25 Şubat 2014 Salı

ÇEVRE NASIL KORUNUR?


Yaşadığımız çevrede gözlediğimiz değişim, artık hepimizin korkusu haline geldi. Pazarda satılan domatesin, biberin bile artık bir doğal olanı bir de sanki doğal olmayanı(!) var. Doğallık bir artı değer ve çevreye saygı, bir övünç konusu haline geldi. Sadece popüler kişiler değil, şirketler, TV kanalları, resmi kurumlar ne kadar çevreci olduklarını söyleyerek kendile­rini tanıtıyorlar. Çevrecilik, iyi prim yapıyor. Çevreden sorum­lu bir bakanlığımız oldu. Küresel boyutta çevrenin korunmasına dönük, uluslararası toplantılarda strateji savaşları yaşanıyor.
Ne var ki tüm bu gelişmeler, çevreyi korumaya yetiyor mu? Soluduğumuz havanın ne kadarı zararlı gaz ve partiküllerden oluşuyor; içtiğimiz su ve yediğimiz balıkla birlikte ne kadar ağır metal alıyoruz belli değil. Hormonlu domatesin, üzümün; genetiği değiştirilmiş mısırın, buğdayın; elmanın, armudun kabuğundaki kimyasalın başımıza neler getireceğini kimse bilemiyor. Birer birer yok olan canlı türleriyle; kesilen tropikal ormanlarla; delinen ozon tabakasıyla alakalı dramatik öyküleri okuyoruz.
Çevre, güzel sözlerle, övünmelerle, PR çalışmalarıyla korunamıyor maalesef. Sorunun özüne inilmedikçe de çözüleceğe benzemiyor. Malum Nasreddin Hoca kapının önünde yerde bir şeyler arıyormuş. Yoldan geçen vatandaş sormuş: "Hocam ne arıyorsun?" Hoca: "Yüzüğümü düşürdüm, onu arıyorum" demiş. Vatandaş: "Nerede düşürdün, Hocam?" deyince; Hoca: "içeride düşürdüm" demesin mi? Vatandaş: "Hocam madem içeride düşürdün, niye dışarıda arıyorsun?" deyince; Hoca yapıştırmış cevabı: "İçerisi çok karanlık da...". Hocanın yüzüğünü bulamayacağı kesin de; çözümü, kaybettiği yerde değil, kolayına gelen yerde arayan günümüz insanının durumu aynı değil mi?
Çevrenin geçmiş yüz­yıllarda eşi görülmemiş biçimde yağmalanması­nın, tüketilmesinin, yok edilme­sinin nedeni materyalist felsefe temelinde gelişen sanayileş­me, modernleşme değil midir? "Dünyaya bir defa gelmişiz. Hayat bu dünyadaki yaşamdan ibarettir. Hayattan alabildiğin­ce kam almaya bak. Ye, iç, keyif al. Reklâmlar, kampan­yalar, ödeme kolaylıkları, kre­diler, taksitli satışlar, evden/ internetten/telefonla alışveriş, vb araçlar emrinde, yeter ki tüket, tükettikçe değerlisin. Hep daha fazla kazan, işini sürekli büyüt, başarıya odak­lan. Hayat mücadelesinde hep güçlü olmalısın, güçlü oldukça her şeyi yapabilirsin, çünkü güçlü olan haklıdır, bu evri­min kuralıdır. Benden sonra, zaten tufan" mantığına sahip bir insan neden çevreye duyarlı olsun ki?
"Ben dünyaya imtihan için gelmişim. Bu dünya ve dünyadaki varlıklar bize emanet olarak verilmiştir. Emanete hıyanet edilmez, ihtiyacın kadar tüket, fazlası israftır ve israf haramdır. Üretim de tüketim de amaç değildir; sadece ihtiyacı karşılayacak kadarla sınırlı tutulmalıdır. Başarı tek başına amaç/değer değildir, güzel ve hayırlı olanı başarmak erdemdir. Hayat dayanışma ve yardımlaşmadır. Güçlü olan haklı değil, haklı olan güçlüdür, hakkından fazlasına el uzatma. Bütün canlılar birer ümmettir. Yaratılanı, Yaratandan ötürü sev ve saygı duy. Yaş kesen, baş keser. Fıtratı (doğal olanı) değiştirmek haramdır" inancına sahip insanlar, elbette çevreye saygı gösterir.
İnsan, emanetin sahibi değil, ancak kullanıcısıdır. İnsan, emaneti kendi malı gibi hor kullanamaz. Zira emanete zarar verdiğinde sahibine hesap vereceğini ve zararı tazmin edeceğini düşünür. Emanet malı kullanırken daha dikkatli, tedbirli, hesaplı olur.
Dünyayı, doğayı, doğa­daki varlıkları, canlıla­rı, kendi vücudunu ve kendisinin gibi görünen beden, evlat, mal, mülk, bağ, bahçe, hayvan, arazi, binek, ev, iş yeri, kılık kıyafet gibi diğer tüm eşya­yı birer emanet olarak görüp, bir süre kullandıktan sonra sahi­bine bırakacağını bilen; "Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksi­niz.” Tekasür, 102/8 beyanı­na inanan insanların, çevreye olması gerektiği gibi saygılı / duyarlı olacakları bence çok açık. Bilmem siz de katılır mısı­nız?

Prof Dr. Tevfik Özlü

10 Şubat 2014 Pazartesi

OYUN BİTİNCE



Oyun (hayat) devam ederken her birimiz üstü­müze düşen rolü icra ederiz. Oyun bittiğinde hepimizin kapatılacağı kutu aynıdır, aynı tabut, aynı toprak ev...
Peki, bu oyunculardan geriye kalan nedir?
Onların şanı şöhreti mi? Malı mülkü mü? Ne?
Kim bilir, belki bunların kaldığını düşünenler de olabilir, ama gerçekte bunlar mıdır?
Eğer mal mülk diye düşündüğümüz han apart­man gibi şeylerse, bunların da bir ömrü yok mudur dersiniz?
Eğer ondan kalan tarla ise, onun diye bilinen bu tarla yeryüzünün en küçük mikyastaki bir parselinin çevresinin insan eliyle çektiği bir çit değil midir?
O çit çekilmeden önce ve o çit oradan kaldırıl­dıktan sonra da, o parsel zaten orada durmuyor muydu? Öyleyse o çite biçilen değer ne olabilir?
O tarlanın üzerinde uçan bir kuş, ya da arı için o çitin anlamı nedir acaba?
Hayatımız devam ederken bize önemli görünen her ne varsa, son nefesimizi verdiğimiz anda acaba onların her biri gene aynı önemde görünmeye devam eder mi?
Yoksa son nefesimizi verdiğimiz anda onlara verilen önemin mikyası değişir mi?
Hem de nasıl, diyorsunuz değil mi?
Evet, hem de nasıl...
Mal, mülk, şan, şöhret., bir anda sıfırlanmaz mı? Peki, onlardan geriye bir şey kalmaz mı?
Burada, İmam Gazali'nin bir tümcesine yer vermenin sırasıdır. O, şöyle söylüyordu: bugün hayatınız sona ermiş, fakat yalvarıp yakarıp bir gün daha istemişsiniz ve o gün size bahşedilmiş; işte o gün, içinde bulunduğunuz o son gün ne yapacak idiyseniz, her gün onu yapın!
Bu cümleye dayanarak biz de diyoruz ki, her gününü bu son günün içinde bulunuyormuş bilinciyle geçiren birinin kendisinden sonra bu dünyaya bırakacağı emanet, o son günde işle­nen edimlerin toplamıdır. 
Zafer Dergisi, Eylül 2013

4 Şubat 2014 Salı

SAHABENİN TİCARETİ

Ashab-ı Kiramdan Cerîr bin Abdullah (ra.) bir gün kendisine bir at satın almak için pazara gitmişti. Nihayet güzel bir at bulmuş ve atın sahibi ile pazarlığa tutuşmuştu. At sahibi, atına 500 dirhem fiyat istemekteydi.
Hazret-i Cerîr, attan anlardı. Adamın istediği bu fiyatın atın hakiki değerinden çok düşüktü. Bu durumu adama şu şekilde ifade etti:
"Atın bu fiyattan çok daha fazla eder. Eğer razı olursan, sana 600 dirhem vereyim. Fakat 800 dirheme dahi müşteri bulabileceğini de söyleyeyim. Çünkü bu at, bu fiyata bile değer,"
Atın sahibi şaşırmıştı. Müşterisinin, istediği fiyatın üstünde bir fiyatı teklif etmesi ona çok tuhaf gelmişti. Bu hayret ve şaşkınlıkla şöyle dedi:
"Demek atıma bu fiyatı biçiyorsun?" Cerîr (ra.) adama şu karşılığı verdi.
"Atın belki 800 dirhemin üstünde kıymeti vardır. Ancak ben, en son 800 dirhem ödeyebilirim. Daha fazla ödemeye kudretim yoktur."
At sahibi sevinçle: "Öyleyse ben de sana 800 dirheme atı sattım," dedi.
Hazret-i Cerîr, 800 dirhemi ödeyerek atı satın aldı. Satıcı hâlâ şaşkınlık içindeydi. Kendisi 500 dirheme bile râzı iken, hiç ummadığı bir biçimde 800 dirhem kazanmıştı. Düşündükçe bu alışverişe bir mânâ veremiyordu. Sonunda Cerîr'e (ra.) durumu sormaktan kendini alamadı.
"Ya Cerir," dedi. "Ben atı 500 dirheme gönül rızasıyla satıyordum. Sen bu parayı verip atı alıp gidebilirdin. Bilakis atın 800 dirhem bile edeceğini söyledin ve atı, bu fiyatı vererek aldın. Seni böyle davranmaya sevk eden sebep nedir? Düşünüyorum da aklımla bir türlü çözemedim."
Hz. Cerîr, kendisini böyle davranmaya sevk eden sebebi, adama şu şekilde izah etti: "Biz, Resulûllah Efendimiz'e (sav.) bir Müslüman'ın, diğerini aldatmayacağı ve birbirimize hile yapmayacağımız hususunda söz verdik. Artık nasıl bu sözümüzün hilâfına hareket edebiliriz? Ben atının gerçek değerini bilirken, bunu bilememenden istifade ile ucuza satın almaya vicdânım ve imanım müsaade etmez, işte beni, senin atına istediğin fiyatın üstünde bir fiyat vermeye sevkeden sebep budur.
Şimdi bu ibretli alış-veriş ile günümüzün ticaret hayatı ve alışve­riş anlayışını karşılaştıralım. Aradaki derin fark, fert ve toplum olarak islâm'ın ruhundan ne derece uzaklaştığımızın açık bir delili olmaktadır. Cenâb-ı Hakk bize, tekrar o mana ve rûhu canı gönülden yaşamayı nasip etsin. (Âmin)B

Hazırlayan: Yaşar Esen