Yaşadığımız çevrede
gözlediğimiz değişim, artık hepimizin korkusu haline geldi. Pazarda satılan domatesin,
biberin bile artık bir doğal olanı bir de sanki doğal olmayanı(!) var. Doğallık
bir artı değer ve çevreye saygı, bir övünç konusu haline geldi. Sadece popüler
kişiler değil, şirketler, TV kanalları, resmi kurumlar ne kadar çevreci
olduklarını söyleyerek kendilerini tanıtıyorlar. Çevrecilik, iyi prim yapıyor.
Çevreden sorumlu bir bakanlığımız oldu. Küresel boyutta çevrenin korunmasına
dönük, uluslararası toplantılarda strateji savaşları yaşanıyor.
Ne var ki tüm bu
gelişmeler, çevreyi korumaya yetiyor mu? Soluduğumuz havanın ne kadarı zararlı
gaz ve partiküllerden oluşuyor; içtiğimiz su ve yediğimiz balıkla birlikte ne
kadar ağır metal alıyoruz belli değil. Hormonlu domatesin, üzümün; genetiği
değiştirilmiş mısırın, buğdayın; elmanın, armudun kabuğundaki kimyasalın
başımıza neler getireceğini kimse bilemiyor. Birer birer yok olan canlı
türleriyle; kesilen tropikal ormanlarla; delinen ozon tabakasıyla alakalı
dramatik öyküleri okuyoruz.
Çevre, güzel sözlerle,
övünmelerle, PR çalışmalarıyla korunamıyor maalesef. Sorunun özüne inilmedikçe
de çözüleceğe benzemiyor. Malum Nasreddin Hoca kapının önünde yerde bir şeyler
arıyormuş. Yoldan geçen vatandaş sormuş:
"Hocam ne arıyorsun?" Hoca:
"Yüzüğümü düşürdüm, onu arıyorum" demiş. Vatandaş: "Nerede düşürdün, Hocam?" deyince; Hoca: "içeride düşürdüm" demesin mi? Vatandaş: "Hocam madem içeride düşürdün, niye dışarıda
arıyorsun?" deyince; Hoca yapıştırmış cevabı:
"İçerisi çok karanlık da...". Hocanın yüzüğünü bulamayacağı kesin de;
çözümü, kaybettiği yerde değil, kolayına gelen yerde arayan günümüz insanının
durumu aynı değil mi?
Çevrenin geçmiş yüzyıllarda eşi görülmemiş biçimde yağmalanmasının,
tüketilmesinin, yok edilmesinin nedeni materyalist felsefe temelinde gelişen
sanayileşme, modernleşme değil midir? "Dünyaya
bir defa gelmişiz. Hayat bu dünyadaki yaşamdan ibarettir. Hayattan alabildiğince
kam almaya bak. Ye, iç, keyif al. Reklâmlar, kampanyalar, ödeme kolaylıkları,
krediler, taksitli satışlar, evden/ internetten/telefonla alışveriş, vb
araçlar emrinde, yeter ki tüket, tükettikçe değerlisin. Hep daha fazla kazan,
işini sürekli büyüt, başarıya odaklan. Hayat mücadelesinde hep güçlü
olmalısın, güçlü oldukça her şeyi yapabilirsin, çünkü güçlü olan haklıdır, bu
evrimin kuralıdır. Benden sonra, zaten tufan" mantığına sahip bir
insan neden çevreye duyarlı olsun ki?
"Ben dünyaya imtihan için gelmişim. Bu dünya ve
dünyadaki varlıklar bize emanet olarak verilmiştir. Emanete hıyanet edilmez,
ihtiyacın kadar tüket, fazlası israftır ve israf haramdır. Üretim de tüketim de
amaç değildir; sadece ihtiyacı karşılayacak kadarla sınırlı tutulmalıdır.
Başarı tek başına amaç/değer değildir, güzel ve hayırlı olanı başarmak
erdemdir. Hayat dayanışma ve yardımlaşmadır. Güçlü olan haklı değil, haklı olan
güçlüdür, hakkından fazlasına el uzatma. Bütün canlılar birer ümmettir.
Yaratılanı, Yaratandan ötürü sev ve saygı duy. Yaş kesen, baş keser. Fıtratı
(doğal olanı) değiştirmek haramdır" inancına sahip insanlar, elbette çevreye saygı
gösterir.
İnsan, emanetin sahibi
değil, ancak kullanıcısıdır. İnsan, emaneti kendi malı gibi hor kullanamaz. Zira
emanete zarar verdiğinde sahibine hesap vereceğini ve zararı tazmin edeceğini
düşünür. Emanet malı kullanırken daha dikkatli, tedbirli, hesaplı olur.
Dünyayı, doğayı, doğadaki varlıkları, canlıları,
kendi vücudunu ve kendisinin gibi görünen beden, evlat, mal, mülk, bağ, bahçe,
hayvan, arazi, binek, ev, iş yeri, kılık kıyafet gibi diğer tüm eşyayı birer
emanet olarak görüp, bir süre kullandıktan sonra sahibine bırakacağını bilen;
"Sonra o gün size verilmiş olan her
nimetten sorguya çekileceksiniz.” Tekasür, 102/8 beyanına inanan insanların, çevreye
olması gerektiği gibi saygılı / duyarlı olacakları bence çok açık. Bilmem siz
de katılır mısınız?
Prof Dr. Tevfik Özlü