10- -SAÎD b. ÂMİR
Hangimiz
bu ismi tanıyor ve daha önce duymuş?
Büyük
bir ihtimalle -hepimiz değilsek bile -çoğumuz bu şahsı şimdiye kadar
duymamışızdır. Ve şimdi soralım Saîd b. Âmir kim diye? Evet, şimdi öğreneceğiz
Saîd’i!..
* * *
Her ne
kadar onun bu titrek isminde sahâbenin büyüklerinin isimlerine bir yakınlık
olmasa da o sahâbenin büyüklerinden biridir.
Kuşkusuz,
o takva ehlinin gizli kalmış büyüklerindendir.
Bütün
toplantı ve savaşlarda onun Allah Resulü’nü yakından izlediğini dile getirmek,
belki fazla söz ve bir tekrardan ibaret olacaktır. Ve zaten bu tüm
müslümanların düsturuydu. Mü’min olana, gerek savaşta gerek barışta Peygambere
muhalefet yaraşmazdı.
Hayber’in
fethinden az önce müslüman olmuştu. Saîd, İslâm’la kucaklaştığı ve
Resûlullah’a biat yaptığı andan itibaren hayatını, varlığını ve geleceğini
tümüyle İslâm’a adamıştı.
İtaat,
zühd, alçakgönüllülük ve yücelik… İşte tüm bu büyük faziletler dost ve kardeş
olarak bu temiz ve pâk insanda bulunmaktaydı.
Onun
büyüklüğünü iyi kavrayabilmek için herhangi bir şeyi kaçırmamak, uyanık
davranmak gerekir. Kalabalık içinde Saîd’e gözümüz iliştiğinde, göz onda durmak
için bir sebep görmez, başka tarafa geçer.
Gözümüz
onu alelâde bir fert olarak görür; dağınık ve tozlu... Ne giyiminde, ne dış
görünümünde, onu diğer yoksul müslümanlardan ayıran bir özellik taşımaz Saîd.
Giyim
kuşamından ve dış görünümünden, onun hakikî yapısına delil aradığımızda hiçbir
şey bulamayız. Bu insanın büyüklüğünün süs ve şâşaadan daha öte bir şey
olduğunu fark ederiz.
Çünkü
bu eski elbiselerin ve sadeliğin gerisinde büyük bir değer yatmaktadır.
Sedefte
gizlenmiş inci var ya... İşte öyle.
* * *
Mü’minlerin
Emiri Ömer b. Hattab, Muaviye’yi Şam valiliğinden uzaklaştırınca, etrafını
yoklayarak, onun yerine göreve getirebileceği birilerini araştırdı.
Ömer’in
vali ve yardımcılarını seçmedeki üslubu, tümüyle dikkat, vakar ve mahzurları
göz önüne getiren bir üsluptu. O inanıyordu ki, şayet herhangi bir valisi bir
yerde hata işleyecek olsa, bunu Allah iki kişiden sorardı: İlk olarak Ömer’den,
ikinci olarak da hata sahibinden.
Kişileri
atamadaki ve vali seçimindeki ölçüsü, gayet hassas ve son derece basiretli idi.
Şam,
dönemin büyük medeniyet merkezi idi. Oradaki hayat, çeşitli medeniyetlerin
izlerini taşırdı. Ticaret için de önemli bir merkezdi. Geniş bir bolluk vardı.
İşte bu ve buna benzer nedenlerden ötürü de fesad diyarıydı. Ömer’in
düşüncesine göre de, buraya ancak fesatçı şeytanların, takvasının önünde
duramayıp kaçtıkları bir veli uygun düşerdi. Zahid, abid, itaatkâr ve
günahından tövbe edip dönmesini bilen biri.
Ömer
aniden bağırdı:
“Tamam
buldum onu. Bana Saîd b. Âmir gerek.”
Daha sonra Saîd, Ömer’e gelir. Ömer, ona Humus
valiliğini teklif eder. Fakat Saîd özür beyan ederek:
“Beni
fitneye salmayın ey Mü’minlerin Emiri!” deyince Ömer bağırır:
“Allah’a
yemin olsun ki, seni bırakmam! Emanetinizi ve hilafetinizi boynuma yıkıp, beni
bir başıma terk edemezsiniz.”
Saîd o
anda ikna olmuştu. Ömer’in sözleri ikna için yeterli gelmişti.
Evet...
Emanet ve hilafeti Ömer’in üstüne atıp, tek başına bırakmaları adalet değildi.
Ve şayet Saîd b. Âmir gibileri de sorumluluktan kaçınacak olursa, Ömer tayin
edeceği kimseleri nereden bulacaktı?
Saîd,
Humus’a doğru yola çıktı. Yanında henüz yeni evlendiği hanımı vardı. Ömer
kendisine biraz da mal vermişti.
Humus’a
yerleştikleri zaman zevcesi, Ömer’in verdiklerinden bir miktar harcamak istedi,
Saîd’e yeni elbise ve eşya almasını söyledi. Gerisini de biriktirmek
niyetindeydi.
Saîd
ona: “Bunlardan daha iyisini sana söyleyeyim mi?” dedi ve ekledi:
“Bak,
biz ticareti geniş ve pazarı kazançlı bir memleketteyiz. Gel, bu
elimizdekilerle bizim hesabımıza ticaret yapacak, malımızı artıracak birine
bunları verelim.”
Hanımı:
“Ya iflas edecek olursa” dedi.
Saîd:
“Ben kefil olurum.” dedi.
Hanımı:
“İyi öyleyse.” dedi.
Saîd
çarşıya çıktı. Sade bir hayata gerekecek kadar eşya alıp, malının kalanını
yoksul ve ihtiyaç sahiplerine dağıttı.
Günler
geçiyor, hanımı da zaman zaman ticarî kazançlarının ne durumda olduğunu
soruyordu.
Saîd
de: “Başarılı bir ticaret, kazanç durmadan artıyor.” diye cevaplıyordu.
Bir gün
kadın aynı soruyu Saîd’in bir yakınının yanında sorduğunda meselenin iç yüzünü
bilen adam önce gülümsedi, sonra da kahkahayı bastı. Bu gülüş, kadını
şüphelendirdi ve açıklama yapması için ısrar etti. Adam da kadına:
“Çok
zaman oldu, onun hepsini tasadduk edeli.’ dedi.
Bunun
üzerine kadıncağız hıçkırarak ağlamaya başladı. Bu maldan doğru dürüst bir
fayda görmeyişi onu üzmüştü. Üstelik istediklerini alamamış, elinde de bir şey
kalmamıştı.
Saîd,
hanımına şöyle bir baktı. Akan gözyaşları ona daha bir güzellik katmıştı.
Fitneye
sürükleyen bu manzara, nefsinde zaafa sebep olmadan önce o basiretini cennete
yöneltmiş, orada daha önce cennete gitmiş dostlarını görmüştü. Şöyle dedi:
“Benim
benden önce Rab’lerine kavuşmuş arkadaşlarım var. Ben kesinlikle onların
yollarından sapmak istemem. Tüm dünya içindekilerle benim olsa da…”
Hanımının,
güzelliğiyle kendisini kandırmasından korktuğu anda ona ve aynı zamanda kendi
nefsine şöyle sesleniyordu:
“Biliyorsun
ki, cennette ceylan gözlü hûrîler, iyi huylu güzeller var. Onlardan bir teki
bile yeryüzüne inse, her tarafı aydınlığa boğar, nuru güneş ve ayınkini yok
eder. Kuşkusuz seni onlara feda etmek, onları sana feda etmekten daha uygun
düşecektir.”
Sözünü
başladığı gibi bitirmişti; sakin, güleç ve rahat. Hanımı sakinleşmiş ve
anlamıştı ki, Saîd’in yolundan gitmekten ve Saîd’in sözünü ettiği zühd ve
takvadan daha iyisi yoktu.
* * *
Humus o zamanlar “İkinci Kûfe” diye
nitelendiriliyordu. Bunun sebebi de ahalisinin aşırılıkları ve valilere karşı
muhalefetleri idi.
Irak bu
aşırılıkta öncelik sahibi idi. Humus da bu konuda ona benzemesinden bu ismi
alıyordu.
Humus’un
belirttiğimiz bu aşırılıklarına rağmen Allah, onların kalplerini bu salih
kuluna, Saîd’e yöneltmişti. Onlar onu seviyor ve itaat ediyorlardı.
Ömer
bir defasında: “Şam ahalisi seni seviyor.” demişti. Saîd de:
“Çünkü
ben onlara yardımcı ve destek oluyorum.” diye cevap vermişti. Her ne kadar
Humusluların Saîd’e sevgileri varsa da yine de ortada bazı şikayet ve
rahatsızlıkların olması kaçınılmazdı... En azından Humus’un Kûfe ile başabaş
yarıştığını ispatlaması gerekirdi.
Bir gün
Mü’minlerin Emiri Ömer (r.a.), Humus’u ziyaret eder ve kalabalık bir topluluk
içinde onlara “Saîd hakkında ne dersiniz’?” diye sorar.
Başlarlar
ondan şikayetçi olmaya... Aslında bunlar, bir adamın büyüklüğünü ortaya
çıkaran şikayetlerdi...
Ömer
şikayetçi guruptan şikayetlerini tek tek söylemesini istedi. Gurup adına
konuşacak kişi doğruldu ve: “Ondan dört hususta şikayetçiyiz.” dedi ve ekledi:
“Gün
iyice ilerlemeden yanımıza gelmiyor.
Geceleri
işlerimizi görmüyor.
Ayda
iki gün hiç yanımıza çıkmıyor, o günlerde kendisini hiç göre-miyoruz.
Diğeri
de, gerçi kendisinin bu konuda elinde bir şey yok; ama bizi rahatsız ediyor. O
da şu, kendisini zaman zaman baygınlık tutuyor.”
Adam
oturdu.
Ömer
(r.a.) bir müddet başını öne eğip sustu. Sonra Allah’a yönelerek: “Ey Allah’ım
biliyorsun ki, Saîd senin en iyi kullarındandır. Ya Rabbi! Bu konuda ferasetimi
yanlış çıkarma.” diye sessizce yalvardı.
Saîd’i,
kendini savunması için çağırdı. Saîd de cevaplamaya başladı.
“Onlar,
benim, gün epey ilerledikten sonra yanlarına çıktığımı söylüyorlar. Vallahi
nedenini söylemek içimden gelmiyordu. Madem istiyorlar söyleyeyim: Ailemin
hizmetçisi yok. Onun için hamurumu kendim yoğurup, mayalanmaya bırakıyorum.
Sonra da ekmeğimi pişiriyorum. Daha sonra da abdest alıp yanlarına çıkıyorum.”
Ömer’in
yüzü güldü ve Allah’a hamd etti. “Ya ikincisi?” dedi.
Saîd
konuşmasını sürdürdü:
“Geceleri
kimseyle ilgilenmediğimi söylüyorlar. Vallahi bunun sebebini de söylemekten
hoşlanmıyordum. Ben gündüzü onlara, geceyi Rabbi’me ayırdım.
Ayda
iki gün yanlarına çıkmayışıma gelince; benim çamaşırlarımı yıkayacak hizmetçim
yok; fazla çamaşırım da yok. Ben çamaşırımı yıkıyor, sonra da kurusun diye bir
müddet bekliyorum ve ancak ertesi gün yanlarına çıkabiliyorum.
Bir de
zaman zaman beni baygınlığın tuttuğunu söylüyorlar. Ben ensârdan Hubeyb’in
Mekke’de şehid düşürülüşüne şahit oldum. Vücudunu lime lime etmişti Kureyş.
Onu bir deveye bindirmişlerdi. Sordular ona: “İster misin şimdi Muhammed senin
yerinde olsun, sen de kurtul, rahata kavuş?” O şu cevabı vermişti: “Yemin olsun
ki, Allah Resûlüne bir diken bile dokunacak olsa, ben ailem ve çocuklarım
beraber dünya afiyeti ve nimeti içinde olmayı istemem... Her ne zaman bu
manzara gözümün önüne gelirse, ki ben o sırada bir müşriktim, o gün Hubeyb’e
yardım etmeyişimi hatırlarım. İşte o zaman Allah’ın azabından duyduğum
korkudan dolayı beni bir titreme alıyor ve kendimden geçiyorum.”
Saîd
sözlerini bitirmişti. Vera gözyaşlarıyla ıslanmış dudaklarından dökülen
sözlerdi bunlar...
Ömer
kendine ve neşesine hakim olamamış: “Ferasetimi yanıltmayan Rabbime şükürler
olsun!” diye bağırmıştı. Saîd’i kucakladı ve parlayan o yüce alnından öptü.
* * *
Böylesi
bir saadete kim ulaşmıştı ki? Allah Resûlü gibi bir öğreticiyi Kur’ân gibi bir
nuru ve İslâm gibi bir mektebi kim nerede bulmuştu ki?
Fakat
böyle bir hareket fazla miktarda olsaydı, acaba yeryüzü bunu kaldırabilir
miydi?
Şayet
böyle olsaydı, yer yeryüzü olmaktan çıkar, Firdevs cennetine dönerdi. Vaad
edilen Firdevs’e...
Firdevs’in
zamanı gelmediğine göre, böyle şerefli ve yüce hayat yaşayanlar daima az ve
nadir olacaktır.
İşte
Saîd b. Âmir de onlardan biridir.
İşi ve
vazifesi kadar maaşı ve geliri de çoktu Saîd’in.
Fakat
o, bundan kendine ve ailesine yeteri kadarını alır, gerisini yoksullara
dağıtırdı.
“Elindekilerle
aile ve akrabana biraz bolca harca.” demişlerdi bir defasında kendisine. O ise
onlara: “Neden aileme ve akrabama?! Hayır, yemin olsun ki, ben Allah’ın
rızasını akrabalığa karşılık satamam.” diye cevap vermişti.
Kendisine
her ne zaman “Kendine, aile efradına günlük harcamalarını biraz artır; hayatın
güzelliklerinden istifade et.” Denilse, o devamlı şu büyük sözlerle karşılık
verirdi:
“Ben
Hz. Peygamberin şu sözünü işittikten sonra benden öncekilerin (sahâbenin)
yolundan ayrılamam. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Allah
insanları hesap için toplar. O sırada mü’minlerin yoksulları güvercinler gibi
seke seke gelirler. Onlara:“Durun! Hesap var.” denilir. Onlar da: “Hesaba
çekileceğimiz hiçbir şeyimiz yok ki!” derler. O zaman Allah: “Kullarım doğru
söylüyor.” der ve onlar herkesten önce cennete girerler.”
* * *
Saîd
Hicretin 20.
yılında Rabbine kavuştu… Her şeyiyle tertemiz ve pâk olduğu bir dönemde.
Artık o
dostlarına kavuşmuştu; gözü nurlu, gönlü rahat, yükü hafif olarak. Ne yanında,
ne ardında, ne sırtında ağırlık verecek bir dünya yükü ve eşyası vardı.
Yanında
sadece verâ, zühd, takva, büyük bir kişilik, büyük bir yaşantı ve mizanda
ağırlığı olan; fakat sırta ağırlığı olmayan faziletler getirmişti.
* * *
Selâm
olsun Saîd b. Âmir’e!..
Selâm
olsun ona hayatında ve âhiretinde!..
Selâm,
yine selâm yaşayışına ve anısına!..
Selâm
olsun tüm iyilere, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) ashabına!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder