16 Kasım 2009 Pazartesi

Avucumdaki Kelebek

Ahmet Şerif İzgören
1. bölüm



2. Bölüm


3. Bölüm


4. Bölüm


5. Bölüm


6. Bölüm


7. Bölüm


Faydalanılması Dileği ile, yorumlarınızı bekliyoruz...

HAYAT ÜZERİNE KİMSEDEN DUYAMAYACAĞIN KURALLAR


Kural 1:
Asla kendinden şüphe etme... Sen ne hissediyorsan o her zaman doğrudur. Dünyadaki bütün insanlar toplansa ve sana aksini söylese bile senin hissettiklerin senin için doğrudur. Onlar farklı hissedebilir, farklı düşünebilir ama bu senin hissettiklerinin yanlış olduğunu göstermez, sadece onlardan farklı olduğunu gösterir.

Kural 2:
Asla farklı olduğun için utanma. Eğer çevrende senin gibi düşünen, seni anlayan insanlar yoksa, o zaman çirkin ördek yavrusu hikayesini hatırla... Muhtemelen sen yanlış yerde, yanlış insanlarla birlikte olduğun için seni anlamıyorlardır. O halde hedefin, ait olduğun yeri bulmak olmalıdır. Asla muhteşem bir kuğu olduğun gerçeğini unutma ve ördek olmak için uğraşma.

Kural 3:
Geçmişte yaptıkların için pişmanlık duyma ve özür dileme. Yaşadıklarının senin için önemli bir ders olduğunu kendine hatırlat. Bu tecrübe ile aldığın bilgiyi özenle incele, olayda yaptığın hataları ve yeniden aynı durumda olsan nasıl davranacağını iyice düşün ve gelecek olaylar için kendini hazırla. Kırılan vazo tamir edilemez ama gelecekte başka vazoların kırılması önlenebilir

Kural 4:
Mümkün olduğunca kimsenin senin adına karar vermesine izin verme ama başkalarının haklı olabileceğini de unutma. Bu hayat senin ve istediğin gibi yaşamaya hakkın var, fakat başkalarını dinle ve onların bakış açısını anlamaya çalış.

Kural 5:
Ailen dışındaki insanlarla ilişkilerinde, asla kendi ihtiyaçlarını ikinci plana atma ve kendini hayallerle kandırma. Her zaman ama her zaman önce sen gelmelisin. Asla başka insanlar üzülmesin diye kendini üzmeyi tercih etme.Sen kaldırabiliyorsan, onlarda kaldırabilir. Karşındaki insan senin mutluluğunu düşünmüyorsa ve senin üzülmene yol açıyorsa, o zaman o insan sana değer vermiyor demektir. Bu kişileri değiştireceğini ya da sana zamanla önem vereceğini düşünme. Sana karşılıksız sevgi veren ve senin için her şeyi göze alabilecek tek insanlar ailendir.

Kural 6:
Asla kaybetmekten korkarak, sırf inanmak istediğin için karşındaki insanın sevgi sözcüklerine inanma. Sevgi insanın kalbindedir, gözlerindedir, davranışlarındadır, ses tonundadır, sana verdiği önemde ve değerdedir, senin için yaptığı fedakârlıklardadır. İnsanlar çok kısa zamanda sevgi sözcüklerini umarsızca dağıtmaya başlarlar. Bunları dinle ama gerçek sevgiyi karşındakinin davranışlarına bakarak bul. İnanmak istediğin için değil, gerçek olduğu için karşındaki insanın sözlerine inan...

Kural 7:
Her zaman ama her zaman, mutlaka kalbini dinle. Hayatta senin için neyin doğru olduğunu bir tek içindeki ses söyleyebilir. Dolayısıyla içindeki sesle konuşmayı öğren. Her gün kendinle kalmak için zaman ayır ve kalbini dinle. Başka şekilde hissetmek için ikna etmeye değil, gerçekten ne hissettiğini bulabilmek için dinlemeye çalış. Bazen içindeki ses sana çok zor geleni yapmanı söyleyebilir ya da duymak istemediklerini söyleyebilir. Korkma ve içindeki sesi dinlemeye devam et...

Kural 8:
Her zaman ama her zaman, mutlaka kendine iyi davran. Kendini sev, şefkatle yaklaş. Yanlış yaptığında acımasızca kendini eleştirip üzme... Aksine başını okşa, kendini kucakla ve her şeyin geçeceğini söyle. Üzgün olduğunda, kırıldığında, acı çektiğinde, mutsuz hissettiğinde kendine özen göster, tıpkı hasta bakar gibi kendine bakım uygula. Yapmaktan hoşlandığın aktivitelerle meşgul ol ve bu durumdan çıkarak kimsenin seni incitmesine, üzmesine izin vermeyeceğini göster.

Kural 9:
Hayatta her şeyin bir bedeli olduğunu asla unutma ve bedel ödemekten istemediğin için kendini boşlukta bırakma. Örneğin bir insanı incitmişsen, ödeyeceğin bedel o insanın güvenini yitirmektir. Eğer seni sevmeyen biriyle birlikteysen, yalnız kalmaktan korkup ilişkini sürdürme, çünkü bunun bedeli sevgisiz bir hapiste yaşamaktır. Eğer farklı olmaktan korkuyorsan ve başka insanları taklit edip onlar gibi olmaya çalışıyorsan, ödeyeceğin bedel kendine olan saygını yitirmek olacaktır. Diğer taraftan bazen kendin gibi olmanın bedelinin de yalnız kalmak olduğunu unutma. O halde yaşamda her zaman bir bedel ödeyeceğini hatırla. Bir adım atmadan önce mutlaka ödeyeceğin bedeli bil ve kazanacaklarına değip değmediğine bakarak kararlarını ver.

Kural 10:
İnsanlara karşı nazik ve sevecen ol, ne olursa olsun asla bir başka insanı kırmak için konuşma, bilinçli olarak üzmeye çalışma ve kendi acını hafifletmek için bir başkasını yaralama.

Kural 11:
Hayatta en büyük dostun sen olabileceğin gibi hayattaki en büyük düşmanın gene sen olabilirsin. Seçimini yap ve kendin için dostun mu yoksa düşmanın mı olacağına karar ver. Yaşamdaki tüm acıları atlatabilirsin, her şeye rağmen mutlu olmayı başarabilirsin, istersen kötü alışkanlıklarını bırakabilir ve her zaman yeniden başlayabilirsin. İstersen kendine yeni bir hayat kurabilirsin. Eğer sen kendinin dostu olabilirsen…


Kural 12:
Asla tecrübe kazanmaktan kaçma… Ne kadar zor olursa olsun, yeniden ayağa kalk ve yola devam et. Hayatı öğrenmek için o tecrübelere ihtiyacın var. Kalbin aşk acısı ile yaralanmış ise, sonsuza kadar kendini aşka kapatma. Ruhun insanların acımasızlığı ile incinmiş ise, hayata küsüp kendini karanlık bir dünyada yaşamaya zorlama. Bedenin çok büyük acılar çekmişse, kendini uyuşturup bırakma. Unutma bilge insan hayatı yaşayandır.
Alıntı

SEVİ ŞİİRİ


Ben senin en çok sesini sevdim
Buğulu çoğu zaman, taze bir ekmek gibi
Önce aşka çağıran, sonra dinlendiren
Bana her zaman dost, her zaman sevgili

Ben senin en çok ellerini sevdim
Bir pınar serinliğinde, küçücük ve ak pak
Nice güzellikler gördüm yeryüzünde
En güzeli bir sabah ellerinle uyanmak

Ben senin en çok gözlerini sevdim
Kâh çocukça mavi, kâh inadına yeşil
Aydınlıklar, esenlikler, mutluluklar
Hiç biri gözlerin kadar anlamlı değil

Ben senin en çok gülüşünü sevdim
Sevindiren, içimde umut çiçekleri açtıran
Unutturur bana birden acıları, güçlükleri
Dünyam aydınlanır sen güldüğün zaman

Ben senin en çok davranışlarını sevdim
Güçsüze merhametini, zalime direnişini
Haksızlıklar, zorbalıklar karşısında
Vahşi ve mağrur bir dişi kaplan kesilişini

Ben senin en çok sevgi dolu yüreğini sevdim
Tüm çocuklara kanat geren anneliğini
Nice sevgilerin bir pula satıldığı bir dünyada
Sensin, her şeyin üstünde tutan sevdiğini

Ben senin en çok bana yansımanı sevdim
Bende yeniden var olmanı, benimle bütünleşmeni
Mertliğini, yalansızlığını, dupduruluğunu sevdim
Ben seni sevdim, ben seni sevdim, ben seni...
Ümit Yaşar OĞUZCAN

HAYATTAN NE ÖĞRENDİNİZ?


Ağır bir ÖSS sorusu gibiydi Esquire dergisininki…
“Hayattan ne öğrendiniz?”
Verilen süre içinde aklıma gelenleri aşağıda yazdım.
Yanlışların doğruları götürmeyeceğini umuyorum:
* * *
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi…
Ağladım.
* * *
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.
* * *
Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla…
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…
* * *
İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
* * *
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi…
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.
* * *
İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu…
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
* * *
Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.
* * *
Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini…
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.
* * *
Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra…
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…
* * *
Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi…
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…
* * *
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta…
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.
* * *
Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.
* * *
Namusun önemini öğrendim evde…
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.
* * *
Gerçeği öğrendim bir gün…
Ve gerçeğin acı olduğunu…
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.
* * *
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Can Dündar

ÇAM DEVİRMEK


Çam devirmek ile pot kırmak hemen hemen aynı anlama gelecek iki deyimimizdir. Kaş yaparken göz çıkarmak da bunlara yakın bir anlamdadır.Acemi terziler elbise dikerken kumaşta meydana gelen uygunsuz büzülme veya kıvrımlara pot denir. Kesim veya dikim hatası sayılan potun giderilmesi, gizlenmesi oldukça zordur. Ütülemek veya gereksiz pensler ile potu kaybetmeye çalışmak, orada kumaşın kırılmasına (pot kırmak) yol açar ve daha fazla dikkati çeker.
Şimdi İstanbul'un merkezî yerleri sayılan pek çok mekânda eskiden eşraf ve kibar takımının sayfiye köşkleri bulunur, her köşk birkaç dönümlük arazi içerisinde bağlar, bahçeleriyle tanınırmış. Zariflerden birinin, Erenköy taraflarında böyle geniş bir köşkü varmış. Bahçesindeki her çeşit ağaç yanında, özellikle çam fidanlarıyla dikkati çeker ve parmakla gösterilirmiş.
Köşk sahibi bahçenin bir köşesine ilâve bina yaptırmaya karar verince, gereken keresteyi sonbaharda tomruk hâlinde getirip duvar dibine istifletmiş. O vakitlerin binaları ahşaptan yapılır ve çam, gürgen, meşe, ceviz, vs. ağacın hemen her çeşidi kullanılırmış.
Sayfiye mevsimi bitince köşk halkı Bayezit'teki konaklarına taşınmışlar. Efendi, giderken köşkü bekleyecek uşağa şöyle tembihte bulunmuş:
— Önümüzdeki mevsim hizmetliler için buraya bir ilâve bina yapacağız. Biz yokken bir hızarcı bulup bahçedeki ağaçların arasındaki çamları biçtir, tahta ve kalas yaparak sundurmanın altına istifle.
Saf uşak, denileni yapmakta gecikmemiş. Ne var ki istiflenmiş çam tomruklarını biçtireceğine, bahçenin güzellik sembolü çam ağaçlarını kestirmiş. İri çamlar diğer ağaçların üzerine devrilirken de hızarcıya, "Bizim efendinin cimriliği tuttu. Bu çamları tahta edince yazın gölgeyi nerde bulacak?!.." diye dert yanarmış.
Haberi efendiye yetiştirenler,
— Uşak çamları deviriyor, bahçe elden gidiyor, demişler. Bizim "çam devirmek" deyimi de buradan dilimize yadigâr kalmış.
İskender Pala / İki Dirhem Bir Çekirdek

YERYÜZÜ YILDIZLARI


Helal-Haram Sınırını En İyi Bilen
Allah Resûlü (s.a.v.) İkinci Akabe Biatını alırken yetmiş kişiden olu¬şan Medineli müslüman temsilcilerin içinde nur yüzlü, açık gözlü, parlak simalı bir genç vardı. Gözünü ve kulağını konuşmalara vermiş, pür dikkat dinliyordu.
İşte bu kişi Muâz b. Cebel’di (r.a.).
Ensârdandı. İkinci Akabe biatında biat etmişti. Böylece ilklerden ol¬muştu.
Bir adam düşünün ki, iman ve bağlılıkta zirve… Hiçbir yerde veya savaşta Resûlullah’dan (s.a.v.) geri kalmamış... İşte bu adam Muâz’dan başkası değil.
Onun meziyetlerinin ve özelliklerinin en önemlisi, derin anlayışlılığı idi.
Fıkıh ve ilimde öyle bir mertebeye ulaşmıştı ki, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) şu sözlerine mazhar olmuştu: “Ümmetim içinde helal ve haramı en iyi bilen Muâz b. Cebel’dir.”
O, akıl üstünlüğü ve cesarette Ömer b. Hattâb’a benziyordu. Allah Resûlü (s.a.v.) onu Yemen’e gönderirken sordu:
“Neyle hüküm vereceksin ey Muâz?”
“Allah’ın kitabıyla.”
“Allah’ın kitabında bulamazsan?”
“Resûlü’nün sünnetiyle.”
“Resûlü’nün sünnetinde de bulamazsan?”
“Kendi görüşümle içtihat ederim.”
Bu cevap üzerine Allah Resûlü’nün yüzünü sevinç aydınlığı kapladı ve şöyle buyurdu: “Resûlü’nün elçisini, Resûlü’nü razı edecek duruma getiren Allah’a hamd olsun.” Allah’ın kitabını ve Resûlü’nün sünnetini esas alan Muâz’ın ne aklı, hakikatleri görmesine engel oldu, ne de haki¬katler aklına gizli kaldı.
Zeka ve aklını kullanmadaki bu mahareti ve cesareti, akranları ve dostları içinde kendisine saygın bir yer kazandırmıştı. Bunun neticesinde de “haram ve helali en iyi bilen kişi” övgüsüne mazhar olmuştu.
Tarihî rivayetler, nerede olursa olsun, parlak zekası sayesinde her problemin üstesinden geldiğini bildirmektedir.
Âizullah b. Abdullah, Hz. Ömer’in hilafetinin ilk günlerinde Resû¬lul¬lah’ın ashabıyla birlikte mescide girişini ve sonrasını şöyle anlatır:
“Otuz kişilik bir meclise oturdum. Hepsi Allah Resûlü’nden hadis ri¬vayet ediyorlardı. İçlerinde koyu esmer tenli, ifadesi tatlı, parlak yüzlü bir genç vardı. Orada bulunanların yaşça en küçüğü idi. Aralarında hadis hakkında ihtilaf çıkınca o derhal müdahale ediyor ve doğrusunu söylüyordu. Ancak bunu sorduklarında yapıyordu. Toplantı bittiğinde yanına yaklaştım ve “Ey Allah’ın kulu, kim olduğunu söyler misin?” dedim. “Ben Muâz b. Cebel’im” dedi.
Ebû Müslim el-Havlanî şöyle anlatır:
“Humus mescidine girdim. Ortalarında parlak yüzlü bir gencin otur¬duğu bir toplulukla karşılaştım. Genç hiç konuşmuyordu. Topluluk bir meselede anlaşmazlığa düşünce, hemen gence müracaat ediyorlardı. Yanımda oturan kişiye: “Bu kimdir?” diye sordum. “O, Muâz b. Cebel” dedi. O an ona karşı içimde bir sevgi doğdu.”
Şehr b. Havşeb de şöyle anlatır:
“Allah Resûlü’nün sahâbesi hadis rivayet ederlerken, şayet aralarında Muâz varsa, çekinerek ona bakarlardı.”
Nitekim Hz. Ömer onunla çokça istişare ederdi. Bazı konularda Muâz’a baş vurur, onun görüş ve düşüncelerini alır ve şöyle derdi: “Muâz olmasa Ömer helak olurdu.”
O, meseleleri çözüme bağlayan bir akla, ikna edici bir mantığa sa¬hipti. Ne zaman onu tarihin yapraklarında görsek, daha önce anlattığımı¬zın bir benzeriyle karşılaşırız:
İnsanlar etrafına halka olmuş oturuyorlar. ..
O susuyor... İnsanlar hadis-i şerife susadıkları zaman konuşuyor. Bir meselede ihtilafa düştüler mi, hemen ona baş vuruyorlar...
Çağdaşlarından biri onun konuşmasını: “Sanki ağzından nur fışkırı¬yor, inciler dökülüyor.” biçiminde tanımlıyordu.
O ilimdeki yerini, Allah Resûlü (s.a.v.) daha hayattayken elde etmiş, onun irtihalinden sonra da devam ettirmiştir. Hz. Ömer zamanında vefat ettiğinde henüz otuz yaşındaydı.
* * *
Muâz eli açık, gönlü açık, ahlâkı temiz bir insandı. Bir şey istendi mi derhal verirdi. Bu eli açıklığı ve cömertliği bütün malını alıp götürmüştü.
Allah Resûlü (s.a.v.) vefat ettiğinde Muâz Yemen’deydi. Onu müslümanlara dinini öğretsin diye oraya Allah Resûlü (s.a.v.) gönder¬mişti. Hz. Ebû Bekir’in halifeliğinde Muâz Yemen’den döndü. Hz. Ömer biliyordu ki, Muâz servet sahibiydi. Hemen Hz. Ebû Bekir’e gidip, Muâz’ın malının yarısının alınmasını teklif etti!!.. Teklif etmekle yetinmedi, derhal Muâz’ın evine gidip, bu durumu ona bildirdi.
Muâz eli ve zimmeti temiz bir kimseydi. Servet edinmiş olsa bile, bu böyleydi. Çünkü o asla günah işlememiş, şüpheli şeylere yaklaşmamıştı. Bundan dolayı Hz. Ömer’in düşüncesine karşı çıktı. Bunun üzerine Hz. Ömer onu kendi hâline bıraktı ve ayrıldı.
Ertesi gün Muâz koşarak Hz. Ömer’in evine geldi. İki gözü iki çeşme, ağlamaktan nerdeyse konuşamıyordu. Ağlamaklı sesiyle şöyle dedi:
“Uyuduğumda kendimi büyük bir denizin ortasında buldum. Boğu¬lacağım diye korktum. Sonra sen geldin ve beni kurtardın ey Ömer.”
İkisi birlikte Hz. Ebû Bekir’e gittiler ve malının yarısını Beytül-mala almasını istediler. Ebû Bekir (r.a.): “Senden hiçbir şey almayacağım.” dedi. Hz. Ömer, Muâz’a baktı ve: “Şimdi malın tertemiz oldu.” dedi.
Eğer Hz. Ebû Bekir, Muâz’ın haksız kazanç sağladığına dair en küçük bir şüphe duysaydı, bir kuruş bile bırakmaz alırdı. Hz. Ömer de onun peşini asla bırakmazdı.
O hayırlı bir topluluk içinde yaşıyordu. Hepsi zirveye doğru yarışan bir topluluktu. Kimi uçarak gidiyordu, kimi de yürüyerek... Ama hepsi de gidiyordu. Çünkü mübarek insanlardı onlar…
* * *
Muâz Şam’a göçmüş, orada ailesiyle ve kendisini ziyarete gelen âlim kimselerle günlerini geçiriyordu. Dostu olan Şam valisi Ebû Ubeyde ölünce Hz. Ömer onu Şam valiliğine tayin etti. Görevde birkaç ay gibi kısa bir zaman kaldı, akabinde rahmet-i Rahman’a kavuştu. Bunun üze¬rine Hz. Ömer şöyle dedi: “Muâz’ı benden sonra yerime halife tayin etmiş olsaydım ve Rabbim bana “Niçin onu bu göreve getirdin?” diye sorsaydı şöyle derdim: “Resûlü’nden şöyle işittim: “Âlimler Allah’ın huzurunda toplandıklarında Muâz içlerinde olacaktır.”
Hz. Ömer’in burada kastettiği halifelik sadece bir beldeye vali tayini olmayıp, onun bütün İslâm coğrafyasına halife olarak tayin edilmesidir. Nitekim Hz. Ömer’e ölümünden az önce: “Bize bir kimseyi halife olarak atasan” diye sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “Şayet Muâz b. Cebel sağ olsaydı, onu yerime halife tayin ederdim. Rabbime ulaşıp da bana “Ümmet-i Muhammed’e kimi lider olarak bıraktın?” diye sorsaydı, “Onla¬rın başına Muâz b. Cebel’i bıraktım.” derdim. Çünkü Allah Resûlü’nden (s.a.v.) şunu duymuştum: “Muâz b. Cebel kıyamet günü âlimlerin önde¬ridir.”
* * *
Bir gün Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştu:
“Ey Muâz! Allah’a yemin olsun ki, ben seni çok seviyorum! Her na¬mazın akabinde şu duayı okumayı unutma: “Allah’ım, beni zikrine, şük¬rüne, sana güzel ibadete muvaffak kıl, bu konuda yardımını esirgeme!”
Evet, Allah’ın yardımı mutlak surette gerekliydi. Nitekim Allah Resûlü (s.a.v.) kendisini gören ve sohbetinde bulunan bütün insanlara bu doğ¬rultuda tavsiyede bulunmuş, dayanılacak gerçek güç ve kudret sahibinin ancak Allah Teâlâ olduğunu ısrarla belirtmişti.
Muâz dersini tam olarak öğrenmiş ve en güzel şekilde uygulamıştı.
Allah Resûlü (s.a.v.) bir sabah Muâz’a yaklaştı:
“Nasıl sabahladın ey Muâz?” diye sordu. Muâz:
“Gerçek bir mü’min olarak ya Resûlullah.” diye cevap verdi. Allah Resûlü (s.a.v.) ikinci olarak:
“Her doğrunun bir hakikati vardır. Peki, senin imanının hakikati ne¬dir?” diye sordu. Muâz cevaben: “Hiçbir sabah olmuyor ki, akşama ere¬meyeceğim korkusuna kapılmayayım. Akşam olunca da sabaha ereme¬yeceğim endişesinde oluyorum. Bir adım attığımda diğerini atabilece¬ğimden emin olamıyorum. Amel defterlerini okumaya çağrılan, diz üstü çökmüş ümmetleri görür gibi oluyorum. Sanki cennet ehlini cennet nimetleri içinde görüyorum. Cehennemdekiler de azap çekerlerken gö¬zümün önüne geliyor.” diye cevapladı. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.):
“Evet, kavradın; bu hâline devam et.” diye buyurdu.
Evet... Muâz, bütün benliğini Allah’a teslim etmiş, ondan gayrisini görmez olmuştu.
İbn Mes’ûd onu çok iyi anlatmış, demiş ki:
“Muâz Allah’a hakkıyla ibadet eden, dosdoğru yolda bir ümmetti. Biz Muâz’ı, İbrahim’e (a.s.) benzetirdik.”
* * *
Muâz ısrarla ilme ve Allah’ı anmaya çağırıyordu insanları. Onların doğru bilgilenmelerini istiyor ve şöyle diyordu:
“Hikmet ehlinin sürçmelerinden sakının. Gerçeği gerçekle öğrenin. Kuşkusuz gerçeğin ışığı, aydınlığı vardır.”
İbadetin temiz bir niyetle ve ölçülü yapılmasını isterdi. Bir gün: “Bana bir şeyler öğret.” diyen bir müslümana: “Öğreteyim de sözümü tutacak mısın?” diye sormuş. Adam: “Bütün gücümle tutacağım.” diye söz verince şöyle demişti:
“Bazen oruç tut, bazen tutma. Gecenin bir kısmında namaz kıl, ka¬lanında uyu. Kazanç temin et; ama haram yeme. Müslüman olarak öl¬meye gayret et.”
İlmi, hem bilgi hem de amel olarak görüyordu. Bu doğrultuda ol¬mak üzere:
“Öğrenmek istediğiniz her şeyi öğrenin. Şunu bilin ki, Allah siz o ilimle amel edinceye kadar ondan size hiçbir fayda sağlamaz.” demiştir.
Esved b. Hilal anlatıyor:
“Biz, Muâz’la birlikte yürüyorduk. Bize şöyle dedi:
“Haydi oturalım da biraz iman edelim.”
Herhalde sürekli suskunluğunun sebebi, sürekli tefekkür ve düşünce içerisinde olmasıydı. Bu hâli Allah Resûlü’ne (s.a.v.) söylediklerinin tecel¬lisiydi: Bir adım attığında öbür adımı atıp atamayacağından emin ola¬mamanın kaygısıyla hareket ediyordu. İşte bu Rabbinin zikrine tam ola¬rak kendini vermenin ve nefsini sürekli denetim altında tutmanın bir ifa¬desiydi.
* * *
Ecel geldi ve Muâz huzura çağrıldı…
Ölüm sarhoşluğunda her canlı şuurunu kaybeder. Şayet konuşabi¬lirse, hayatı ve durumu hakkında bazı şeyler söyler.
İşte böyle bir durumda Muâz, bir yüce mü’mini açığa veren şu keli¬meleri dilinden dökmüştü:
“Allah’ım, ben senden korkardım. Şimdi ise senden ümitliyim. Sen de bilirsin ki ben, dünyanın ne akan nehirlerini, ne de salınan ağaçlarını sevmedim… Susuzluğumun giderilmesini ve zorluklara göğüs gerebil¬meyi ve ilim, iman ve taatimin arttırılmasını umarım.”
Sağ elini sanki ölümle tokalaşır gibi açtı. Ötelere doğru “Merhaba ölüm!” diyerek yürüdü gitti…
* * *
Ve Muâz Rabbine yürüdü...
Halid Muhammed Halid