30 Mart 2009 Pazartesi

WALLPAPER

ORJİNAL BOYUTU İÇİN RESİMLERE TIKLAYINIZ







28 Mart 2009 Cumartesi

KUM TANESİNDEN... İNCİ TANESİNE


Bir zamanlar kendi halinde yaşayan küçük bir istiridyecik vardı. Zamanını mercan ormanlarının altında huzurla süzülen balıkları seyrederek geçirirdi.
Bu sessiz sakin istiridyenin yaşamı bir gün bir anda karabasana dönüştü...
Kapağını açtığı günlerden birinde küçücük bir kum taneciği giriverdi içine. İstiridye önce önemsemedi bunu; ancak o kum taneciği giderek daha çok acı vermeye başladı. Bu acı bir süre sonra o denli arttı ki... İstiridyenin acısına gözyaşları karıştı.
Şu doğanın dengesine lanet mi okumalıydı şimdi? Doğanın dengesinde kendisinin bir etkisi olamadığı için yeni bir düzen arayışına mı kalkışmalıydı? Yoksa şu uçsuz bucaksız denizin kendisini yeterince korumaması karşısında yakınıp durmalı mıydı?
Bunların hiçbirini yapmadı sancılı istiridye... Sancısının biraz hafiflediği, kendisinin biraz sakinleştiği bir anda, kesin kararını verdi:
“Onu yok edemediğime göre onla birlikte yaşamaya çalışacağım” dedi.
Yıllar, her zaman olduğu gibi, yine birbirlerinin ardısıra geldiler, geçtiler ama... İstiridyecik için bu kez biraz acı geçtiler...
Fakat sonunda doğa, her zaman ki yasasını uyguladı ve... İstiridyenin bu kederini de kurtuluşla bitirdi.
Ve yaşamının acılarla geçmesine neden olan küçücük kum taneciği, onun engin dayanma gücü sonunda görkemli bir inciye dönüştü.
İstiridyenin bulunduğu yerden geçen sualtı sakinleri onu ziyaret etmeye başladılar. Hemen tüm sualtı sakini, yapısıyla olduğu denli görüntüsüyle de bir doğa harikası olan inciyi görüp, onu hayran hayran seyretmeleri yanı sıra, istiridyenin yıllar süren dayanma gücü nedeniyle ona duydukları hayranlıkları belirttiler.
İstiridyenin böylesine dayanma kararı ve içindeki rahatsızlık nedenini bir doğa harikasına dönüştürme gücü gerçekte tüm insanların örnek almaları ve uygulamaları gereken bir olgudur.
İstiridyenin içinde önce, bir kum tanesi olduğunu unutmazsak ve o kum tanesinden bu güçlü ve sabırlı sualtı sakininin, sonunda görkemli bir inci oluşturabileceğini anımsarsak, kendi içimizde bizi önce rahatsız ederek oluşa gelen değişimlerden, bizim de harikalar yaratabileceğimizin ayırdına varabilmiş oluruz...

27 Mart 2009 Cuma

LAK LAK LEYLEK


Bir varmış, bir yokmuş,
Ben masal sevmem diyenin aklı yokmuş.
Kuşlar kanat çırparken gökyüzünde,
Meyvelerden kiraz, mevsimlerden yazmış.
Ben diyeyim uzakta, siz deyin yakında,
Geveze mi geveze, küçük bir leylek yaşarmış. Onun adı "Lak Lak"mış. Neden mi Lak Lak konmuş ismi çocuklar? Çünkü çok konuşuyor, sürekli lak lak ediyormuş. Annesi, babası, kardeşleri onun gevezeliğinden bıkmışlar.
- Yeter Lak Lak, dermiş kardeşleri. Sus artık, başımız ağrıdı.
Lak Lak, uçmayı öğrenince başka leyleklerin yuvasına gitmeye başlamış. Damlarda, çatılarda ottan, çalıdan küçük evlerde yaşayan leylekler, Lak Lak'ın geldiğini görünce:
- Yandık, gene çenesi düşük geliyor, derlermiş. Lak Lak'tan bir an önce kurtulmaya çalışırlarmış.
- Haydi Lak Lak annen seni merak eder evine git, derlermiş ondan çabuk kurtulmak için.
Fakat Lak Lak hiç eve gider mi? Bir yuvadan başka bir yuvaya uçarmış. Kendisini çok güzel konuşuyor zannettiği için kimsenin ondan bıkacağını düşünmezmiş. Aslında üç büyük hatası varmış.
Birinci hatası evde anne babasının aralarındaki konuşmaları, tartışmaları herkese anlatmasıymış. Oysa aile içinde olan biten kesinlikle başkasına anlatılmazmış.
İkinci hatası evde yediği yiyecekleri yavru leyleklere anlatmasıymış. "Biz akşam muz yedik, armut yedik. Babam şunu getirdi, bunu getirdi!" diye sayarmış. Dinleyen yavru leyleklerin de canı çekermiş. Onlar da annelerinden isterlermiş. Yediğini, içtiğini başkalarına anlatmak da çok ayıpmış.
Üçüncü hatası ise sır tutmayı bilmemesiymiş. Bu yetmiyormuş gibi bir leyleğin başkası hakkında söylediğini, hemen gidip haber verirmiş. Onun yüzünden bazı leylekler kavga eder, birbirlerine küserlermiş.
Bir gün Lak Lak'ın çenesinden bıkan leylekler toplanmışlar ve onu annesine şikâyet etmeye gitmişler. Anne leylek, Lak Lak'ın yaptıklarına çok üzülmüş. Bir de leylekler;
- Bay Leylekle yaptığınız tartışmaları da bize anlatıyor, demez mi?
Anne leyleğin başından aşağı sanki kaynar sular dökülmüş. Leylekler gider gitmez Lak Lak'ı yanına çağırmış, şunları söylemiş:
- Yavrucuğum, arkadaşların senden çok şikâyetçi. Çok konuşarak onların canını sıkıyormuşsun...
Lak Lak annesinin sözleri bitmeden yine konuşmaya başlamış. Anne leylek iki elini birbirine hızla vurmuş.
-Önce beni dinlemelisin. Tam bir hafta boyunca bu yuvadan dışarı uçmayacaksın. Bu senin için bulunmaz bir fırsat. Böylece yaptığın hataları düşünebilirsin.
Bu, Lak Lak için büyük bir cezaymış. Düşünsenize anne leylekle baba leylek yiyecek bulmak için uçunca Lak Lak yalnız kalacak. Bir hafta boyunca kimseyle konuşamayacak. Bu ceza Lak Lak'ı o kadar üzmüş ki Lak Lak o gece kâbuslar görmeye başlamış. Hatta bir gece rüyasında Lak Lak, uzun gagasının kalın bir iple bağlandığını görmüş. O kadar korkmuş ki kan ter içinde uykusundan uyanmış. Kimseyle konuşmadan bir gün nasıl biter diye düşünüyormuş Lak Lak.
İşte tam bu sırada kalın gövdeli komşu ağacın dalına bir bülbül konmuş. Bülbül o kadar güzel ötüyormuş ki Lak Lak bu güzel sesi duyunca kendisinden geçmiş. Diğer ağacın altında yavaş yavaş yürüyen kaplumbağanın ayak sesini de duymuş. Çok geçmeden ılık bir rüzgâr esmiş. Bütün yapraklar hışırdamış. Yaprak sesleri de Lak Lak'ın çok hoşuna gitmiş.
Lak Lak her gün etrafındaki bir güzelliğin farkına varmış. Onların sesini dinlemiş. Kuşların, rüzgârın hatta kaplumbağanın ayaklarının yerde çıkardığı ses bile çok güzelmiş.
Bir haftanın sonunda Lak Lak, dinlemenin konuşmaktan daha güzel bir şey olduğunu fark etmiş. Bir hafta önceki hâlini hatırlayınca kendini tutamayıp gülmüş. Sizce de hiç durmadan konuşan bir leylek çok gülünç olur değil mi?
Bir hafta sonra anne leylek, akşam yuvaya döndüğünde gördüklerine inanamamış. Lak Lak kucağında bir demet papatya ile annesini bekliyormuş.
Sema Maraşlı - Bana Bir Masal Anlat

BEBEK YELEKLERİ


NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

NETTEN ALINTI

AYET-HADİS-DUA-VECİZE




22 Mart 2009 Pazar

YAŞAM

HAYIRLI HAFTALAR

BİR AVUÇ KIRMIZIDIR, ÖMRÜMÜZE SÜRÜLEN


Vazgeçtim çocuk olmaktan, çocukça yaşamaktan, hayatın karşısında çocukça durmaktan. Vazgeçtim hiç olmamış, hiç olamamış bilyelerimden, bisikletimden,
kalemim, defterimden.
Kitapların olsun istemiyorum artık, aklımdan çıkardım bulutlarla oynaşan uçurtmayı. İstemiyorum başımı her koyuşumda diken olup batacak yastıkları, düş kurmaktan başka bir işe yaramayan yumuşak yatakları, giymeye heyecanlandığımız bayramlık ayakkabıları; ha unutmadan, bir de bayramları. Uzun zaman oldu bir bayramla yüz yüze gelmeyeli.
Siz onları isteyenlere verin. Biliyorum; onları isteyenlerin dudakları hiç susuz kalmadı, bir seher vakti evleri ile beraber mutlulukları yağmalanmadı. İşitiyorum; hiç kan dolmadı gövdelerine babaları hançerlenirken gözlerinin önünde. Henüz kundakta olan kardeşleri, minik bir kuşun gökyüzünden koparılması gibi çekip l-koparılmadı yeryüzünden parçalanarak vücutları. Saçlarında yıldızları biriktiren annelerinin siyah yemenilerinden tutulup saatlerce toprakta sürüklenmiş kan rengi bedenini görmediler.
Mühim meşguliyetleri var başka yerdeki çocukların. Top koşturuyorlar sokak aralarında onlar, kendilerine has oyunlar oynuyorlar, bir şeyler içiyorlar, arkadaşlarla gezmeye çıkıyorlar, çiçek topluyorlar kırlardan rengârenk; ama hiç namlu niyetine taş toplamadılar yıkılmış sokaklarda. Bir taşın sertliği ile yüzleşmedi ömürleri. Oysa biz yaramıza kapamak için dahi bir taşı bir pamuktan daha çok yeğledik; geceleri yıldızların sayıldığı vakitlerde kaç kör yüreği inletiriz diye yıldızların yerine taşları hesap ettik.
“Ben kim miyim?” ben un ufak olmuş düşlerin arasında kendi hayallerini kırmıza boyanmış olarak bulan bir savaş çocuğuyum. Buralarda resimler, düşler ne mavidir ne pembe; her şeyde ve her yerde kırmızı hâkimdir olabildiğince. Yollar kırmızı; bulutlar, dağlar kırmızı; avuçlarımız, gözlerimiz hep... Bir gülün kırmızısı değildir hemhal olduğumuz; uçuşan düşlerimizi önüne katıp götüren, geride bir yığın kırık ömür, yorgun
gecelerde asılı kalmış birkaç tebessüm, biraz avare, biraz hissiz bir hüzün ve kan gölünün kesif kokusu sinmiş katil bir kırmızıya aşinadır ruhumuz. Daldan kopardığımız her şey kırmızıdır artık. Kana bulanmıştır, kırmızıdır; anamın başından kaptığım hasret kokulu son yazması.
Kör, sağır ve dilsiz vicdanların zulmüne hala direnebiliyorsak, vaktin beş memesinden sabır emdiğimizdendir ve her bir yaramıza öpücükle selam kondurduğumuzdandır. Çünkü biz biliriz ki; dünyaya ve kurşunlara gözlerimizi ilk açtığımız gün kulağımıza ezan, yüreğimize gözyaşı ve ağıt, avuçlarımızdaki her çizgiye de direniş okunmuştur.
Ve biliriz ki; bundandır bu kadar çok yitişimiz yaşam için. Artık suskunum ve omzumdaki dağlar üşüdüğündendir yorgunluğum. Kuru, cılız göğsüm artık tedirgin; ne de olsa ben bir çocuğum. Fakat ben vazgeçtim çocuk olmaktan, hayatın karşısında çocukça durmaktan, çocukça yaşamaktan. Şimdi ürkek bir inilti göğsümde: siz büyük olanlar! Benim gibi gülerek karşılayabilir misiniz adressiz kurşunları? Söyleyin, rolleri değişmenin vakti gelmedi mi?
Ayşegül Altunhan - Yolcu Dergisi

KELEBEK ÇÖREKLER

MALZEMELER:
UN,TUZ,KABARTMA TOZU,SU,PASTA KALIBI

YAPILIŞI:
UN,TUZ,KABARTMA TOZU GÖZ KARARI SU İLE YOĞURULUR.BEZELER HAZIRLANIP OKLAVA İLE 1CMKALINLIĞINDA AÇILIR.

AÇILAN HAMUR KELEBEK KALIPLA KESİLİR VE KIZGIN YAĞDA PİŞİRİLİR.

AFİYET OLSUN.


NOT:YAŞ MAYA İLE YAPILIRSA DAHA GÜZEL OLUR.

BEBEK RESİMLERİ







20 Mart 2009 Cuma

BIRAKIP GİTTİĞİN KADARIZ


Bir dönüşle dönüyoruz
Hiç yağmur yağmıyor
Kum taneleri uçuşuyor üstümüze
Bir dönüşle dönüyoruz
Yorgunuz, tenimiz esmer
İçimizde mağrur bir hüzün
Yaralarımız var eczası olmayan vurgunlar
En çok kadınlarımıza yakışan ağlamakla
En çok erkeklerimize dokunan çaresizlikle
Yaklaşıyoruz hayatın ikindisine
Biraz daha yaklaşıyoruz
Bir el uzatımında akşamın alacasında

Bu
Senin gidişinin hemen ertesinde
Dudaklarımızın kuruduğu
Suların çekildiği Kızıl Deniz’in Dicle’nin
Önümüzde Musa elimizde asa ile
Yarıp geçtiğimiz Nil’in
Ve eteklerimizi savura savura
Tükettiğimiz birlikteliğimizin ardından
Kayıp giden yıldızların şarkısı gibiyiz

Bir dönüşle dönüyoruz
Ne güzel oluyordu
Sağımıza dönüp seni görünce
Ne güzel oluyordu
Düştüğünde önümüzde
Adı safranlara sarılı bir aşk gibi maceramız
Adı kıskanç kervanların zümrüt yüklerinde yazılı
Adı Leyla
Bir vaveyla
Kadar dokunsanız ağlamaklıyız

Bir dönüşle dönüyoruz
Seni unutmamak için şaşkın
İnanmamak için ölümüne inanıyoruz

Gittin mi aramızdan
Elini çektin mi üzerimizden
Bizi yetim
Şehrini öksüz bıraktın mı?
Ne yapalım işte
Ağlamamayı beceremiyoruz
Isındıkça kanayan dudaklarımızdan
Dökülen boş sözlerle birbirimize soruyoruz
Hava nasıl ?
Sat kaç ?
Yine çayırların yeşilliğinde otlayan kuzularımızın arasındayız

Yine çayırların üzerinde matem işliyoruz
İnceldiği yerden kopan dünya
Bir araftan yol bularak başımıza düşüyor
Gökkubbe patlıyor tepemize
Hissediyor anlıyor anlatıyor ama anlatamıyoruz
Bu dönüşle dönüyoruz
Bırakıp gittiğin kadarız
Hiç yağmur yağmıyor
Kum taneleri uçuşuyor üstümüze
Bir dönüşle dönüyoruz
Yorgunuz tenimiz esmer
İçimizde mavi bir hüzün
Yaralarımız var eczası olmayan vurgunlar
En çok kadınlarımıza yakışan ağlamakla
En çok erkeklerimize dokunan çaresizlikle
Yaklaşıyoruz hayatın ikindisine
Biraz daha yaklaşıyoruz
Bir el uzatımında akşamın tuhaf alacasında
Ne yapalım?
Hiç yağmur yağmıyor
Sensiz yürüyünce
Bir dönüşle dönüyoruz
Kıyamet bize
Kıyamet bize
Sen yine
Merhamet et bize
İbrahim Sadri

19 Mart 2009 Perşembe

AYET-HADİS-DUA-VECİZE




BEBEK RESİMLERİ






RASULULLAH'A MUHALEFET ETMEZLERDİ


O DİYARIN SAKİNLERİ'nin Peygamberimize imanları, teslimiyetleri tanıdı. Emirlerine itiraz etmezler, nedenlerini, niçinlerini araştırmazlar, imanlarına, inançlarına yakışanı yaparlardı. Peygamberden intikal eden her şeyin vahiyle alakalı olduğuna inanırlardı. O'nun boş söz söylemeyeceğini, davet ettiği esasların Hakk canibinden olduğunu kabul ederlerdi. Şartlar, zaman, mekan mefhumlarına bakarak Peygamberlerinin söz ve emirlerine karşı içlerinden bir tereddüt göstermezdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ, Peygamberimize öyle iman ile bağlanmışlardı ki kendi nefislerinden önce yüce Resûlü düşünürlerdi. İşi o derece sağlam tutmuşlardı ki içlerinden biri bir gün Peygamberimize şöyle dedi: "Ben düşmana rastladım. Babam da aralarında idi. Babamdan senin hakkında kötü bir laf işittim ve dayanamayıp ona mızrak attım ve öldürdüm."
- "Allah'a ve âhiret gününe inanmakla sebat eden hiçbir kavmin, Allah ve Resûlüne karşı gelip düşmanlık eden kimseleri -o kimseler babalan, ya oğulları, ya kardeşleri, yahut soy-sopları olsalar bile- sevip onlarla dostluk ettiklerini göremezsin." (Mücadele/22)
O DİYARIN SAKİNLERİ, Peygamberimizi, kimseye tercih etmezlerdi. Hayatlarının her bölümünde Peygamberimiz vardı, O'nun sünnetleri, hadisleri hakimdi. Onlar Peygamberlerinin (sözlerini, emirlerini) arasıra kullanmazlardı. Peygamberlerin getirdiği hayat düsturları, onlar için teneffüs edilen bir hava gibi idi. Bizler gibi, yemek duasında, zifaf duasında, namaz duasında Peygamberi, hatırlayıp, ictimaiyyat, muamelat ahlak ve mücazat konularında Peygamberimizi unutmazlardı. Onun için onlardan Allah razı olmuştu. Şu hadise ibretimiz olarak bütün canlılığını korumaktadır: Müslüman olmadan önce Mekke'nin reisi Ebu Süfyan (r.a.) Medine'ye gelmişti. Hiç kimse yüzüne bakmadı. Kalkıp, kızı olan ve Peygamberimizin hanımlarından bulunan Ümmü Habibe'nin (r.a.) yanma gitti. Peygamberimizin yatağı ve deriden olan seccadesinin üzerine oturmak istedi. Ümmü Habibe hemen katlayıp kaldırdı. Ebu Süfyan ona:
- "Kızım, sen beni mi yatağa, yoksa yatağı mı bana layık görmedin? dedi." Ümmü Habibe (r.a.):
"Hayır, sen yatağa layık değilsin. Çünkü yatak Resûlullah'ındır. Sen ise müşrik olduğun için necissin" diye cevap verdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ Peygamberimiz'in sevdiğini kendi sevdiklerine tercih ederlerdi. Çünkü Peygam-berimizin sevgi ve muhabbeti onların hücrelerine kadar, iliklerine kadar işlemiştir. Şu hadise oldukça manalıdır;
Hz. Ebubekir (r.a.)'m, babası Ebu Kuhafe müslüman olmak ve bey'at etmek için Peygamberimizin yanma gelmişd. Ebu Kuhafe elini Peygamberimizin eline doğru uzatınca Hz. Ebubekir ağladı. Peygamberimiz; - "Ey Ebu Bekir niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Hz. Ebu Bekir (r.a.):
- "Ya Resûlallah, eğer bu el şimdi amcan Ebu Talib'in eli olup da senin gözün amcanın müslümanlığı ile aydın olsaydı ben daha çok sevinirdim" dedi.
İşte böyle idi o diyarın sakinleri. Hayatlarında, dünyalarında Peygamberimize bu kadar değer ve önem veriyorlardı. Yüzde doksan dokuzu müslüman denilen şu memlekette,
Cumhuriyet döneminde yaşayan müslümanlar yüzlerce defa peygamberimize hakaretler, iftiralar, yalanlar uydurdukları halde yüzleri bile kızarmazdı. Gazetelerde açık oturumlar da, makalelerde o yüce Resûle yakışmayan çok şeyler söylendi fakat cevapsız kaldı. Cevapsız kalması lazımdı. Çünkü o gibi gazeteleri yaşatanlar Peygamberini tanıyamamış, müdafaadan aciz müslümanlardı.
O DİYARIN SAKİNLERİ, Peygamberimizi yanlarında da gıyabında da korurlardı. Aleyhinde bulunan münafık tipli insanlara fırsat vermezlerdi.
Sahabeden olan Hz. Garefe ile alakalı bir hadise şöyle olmuştur: - Bir gün bir hıristiyan Peygamber Efendimize söver. Garefe (r.a.) Hıristiyan iyice döver ve burnunu kırar. Hadise Amr b. As'a intikal eder. Amr:
- "Biz gayri müslimlere teminat vermiş bulunuyoruz, deyince" Garefe (r.a.):
- "Allah bizi onlara, Peygamberimize alenen sövsün diye teminat vermekten korusun." demiş. Hz. Amr'da: "Doğru söylüyorsun" demiştir.
Uzun lafa gerek yok. Belki tarih ve zaman olarak Peygamberimiz ile bizim aramııda 1400 küsür yıl olabilir fakat getirdiği hayat düsturları ile aramıza mesafe koyamayız. Gerçek iman bunu kabule yanaşamaz. Peygamberimizi bir kenara atarak, O'na zıt olan güç ve şahıslarla uzlaşamayız. Peygamberimiz nerede ise biz de orada olmalıyız. Kafaların ürettiği cazibeli fücirlere kanıp Peygamberimiz'i ibadet, namaz, zekat, hac bölümünde tanıyıp, diğer sahalarda tanımamazlık etmemeliyiz. Bunlar bir hastalıksa, -ki şüphe yoktur- böyle bir hastalığın sonu imam kaybetmektir. İmanı kaybetmek istemeyen müslümanlar Peygamberlerine (emir ve sünnetlerine) sahip çıksınlar. Söz ve emirlerini baş tacı yapsınlar. O'ndan gelen emirler müslümanı camiye hapsettirmiyor. Bilakis hayata hakim kılınmak noktasında, müslümanı vazifelendiriyor. Biz peygamberimizi bütün yönleri ile kabul etmek mecburiyetindeyiz. Bunun gerisi laf-u güzafdır.
Abdullah Büyük

17 Mart 2009 Salı

BAZEN


Bazen yorar insanı küçük şeyler; büyük sırlar vardır küçük şeylerin içinde. Açıldıkça açılır, boyuna posuna bakmadan...
Bazen dinlendirir insanı uzaklar; uzaklığa bir yakınlığı vardır gözlerin. Gözlerin olduğu kadar gönlün de...
Bazen durur tüm adımlar; adamların tembelliğinden değil, yolların düşündürücülüğünden.
Öyle çetrefillidir ki, susar ayaklar da kimi zaman...
Bazen sorar gözler, diller kabul etse bile. Maharet gözleri bile ikna etmektir, güzel söz söylemek değil.
Bazen durur dünya, inecekler iner, sonra yoluna devam eder. Ne var ki, herkes için o duruş anı farklıdır. Kimisi içinse hiç dönmez dünya, ki o da apayrı mesele.
Bazen her şeyi bir mimik anlatır, bazen gözyaşı, bazen bir kelime. Ne kadar da ağır gelir söylemek bazen bir kelime bile.
Bazen bir anı, bir ömür kokar. Bazen bir daha yaşayamayacağını hisseder insan içinde bulunduğu ânı.
Bazen şair olur insan, mısra kuramaz. Bazen mısra kurar insan, şair değildir.
Bazen hiçbiridir, ne diyecekini bilemeyen sıradan biridir işte...
Bazen yaşadığını daha çok hisseder insan, öleceğini unutur büsbütün. Bazen yaşadığını tamamen unutur, hatta bazen her ikisini de.
Bir anı bir anına uymaz derler ya insan için, ya bütün anları birbirinin aynı olsaydı.
Bazen korkutmaz mı bu ihtimal insanı?
Bazen korkar insan gölgesinden. Gölgesinin şahsında kendisinden. Zira kendi vücudu geçmiştir güneşin önüne. Kendi eseridir gölgesi.
Bazen susar insan, dudakları çatlar susuzluktan.
Bazen susar insan, söylenecek çok söz varken bile.
Bazen dolar insan, kimse anlamaz.
Bazen herkes anlar, kendisi kendisini anlamaz.
Yalnızdır bazen insan, öyle yalnız bakar ki dünyaya.
Bazense hiç yalnız değildir, nasıl baktığını bilirse.
Bazen büyük görür insan kendini, ne acizliktir!
Bazen aciz görür, ne büyük bir görüş!
Bazen, 'bazen' değil, 'her zaman' demek gerek.
Ama bilmek gerek, ne zaman? Demek
Her 'bazen'in bir zamanı gerek.

YAŞLI KIZILDERİLİ ÇÖLDE FİLM SETİNDE...


Film ekibi, çölün kızgın güneşi altında çekim yapıyordu. Havanın aşırı derecede sıcak olmasına bir de çölde çalışmanın alışılmadık koşulları eklenince ekip üyeleri, çalışmalarında daha da zorlanıyorlardı.
Sette herkesin oflayıp puflayarak çalıştığı bir sırada, nereden ve ne zaman geldiğini kimsenin bilmediği yaşlı bir Kızılderili, yönetmene yaklaştı ve gizli bilgi veriyormuşçasına bir özenle şöyle fısıldadı:
“Yarın var, çok yağmur olmak...”
Yaşlı kızıl derilinin bu uyarısını o an ciddiye almayan yönetmen, ertesi gün bardaktan boşalırcasına yağmur yağdığını görünce çok şaşırdı.
Yaşlı kızıl derili, biraz sonra yine geldi yönetmene ve kulağına yaklaşıp, yine fısıltıyla şöyle dedi:
“Yarın var, çok fırtına olmak...”
Ertesi gün büyük bir fırtına çıkıp, çölün alt üst olduğunu gören yönetmen, bu kez yaşlı kızıl derilinin gelmesini beklemeden, adamlarına onu bulup, hemen işe almalarını söyledi:
“O yaşlı kızıl derili olmazsa, biz burada bu filmi bitiremeyiz” dedi. “ne kadar para istiyorsa verin ve filmi bitireceğimiz son güne dek onun burada bizle çalışmasını sağlayın.”
Adamlar yaşlı kızıl deriliyi buldular ama çölde film ekibiyle çalışmaya onu bir türlü razı edemediler. Önce yüz bin doları reddeden Apaçi, daha sonra iki yüz bin doları reddetti. Adamlar dört yüz bin, beş, altı yüz bin dolar derken bir milyon dolara çıkınca, yaşlı kızılderili direnmeyi bıraktı ve “peki” dedi.
Film ekibi sorumluları onu aldılar ve çöldeki kampa getirdiler.
Bir ay boyunca yaşlı kızılderilinin her söylediği doğru çıktı.
“Yarın var, çöl fırtınası olmak” dedi, ertesi gün çöl fırtınası oldu. “Yarın var, kavurucu bir rüzgar esmek olmak” dedi, ertesi gün soluk aldırmayacak denli kavurucu bir sıcak rüzgar esti. Yönetmen bir milyon dolar karşılığında da olsa yaşlı apaçiyi işe almış olmaktan çok memnundu.
Aradan bir süre geçtikten sonra yaşlı kızılderili sustu. Ertesi gün çölde havanın nasıl olacağını, nedense, artık söylemiyordu. Yönetmen “onu kızdırıp, gücendirmeyeyim... Nasıl olsa geçicidir onun bu durumu” diye düşündü ve sabırla beklemeye başladı.
Üç gün, beş gün, bir hafta, iki hafta derken aradan bir ay geçince, sabrı tükenen yönetmen kendini daha fazla tutamadı, birazda sesini yükselterek patladı:
“Bana bak ihtiyar” dedi. “Sana bu iş için dünyanın parasını ödedim. Eğer susmaya devam edersen, kovarım seni buradan... Neden söylemiyorsun ertesi gün havanın nasıl olacağını?...”
Yaşlı Kızılderili dudaklarını büktü:
“Yok olmak kabahat bende” dedi. “Var olmak kabahat bunda...”
Çantasını açtı kırık dökük parçalar çıkardı ve şöyle dedi:
“Var kırılmak olmak benim cep radyo...”

BEBEK RESİMLERİ