12 Ocak 2011 Çarşamba

BİZE “BİZİM” DİYEN GELSİN



Elimizin ucuyla tutuyoruz hayatı, parmak izi bırakmamaya dikkat ediyoruz. Dilimizin ucuyla yarım yamalak cümlelerle geçiştiriyoruz bütün anlamları, süreç-i lisan etmekten korkuyoruz. Evrenin ortasında bir incir çekirdeğini mesken tutmuşuz; galaksiler, gökyüzü, yıldızlar başkasının olsun, başımızı döndürüyor; yolların karı, fırtınası, kasırgası, tayfunu var, başkaları yürüsün diyoruz. Hayatla yüz yüze gelmek en büyük korkumuz; dersine çalışmayan çocuğun gözlerini önüne dikip fark edilmemeye çalışması gibi fark edilmemeye çalışarak bir köşeciğinde öylece duruyoruz hayatın. O da durup ardına bakmıyor zaten. O hızından hiçbir şey kaybetmiyor…
Günler hep uzağımızdan geçiyor. İçine almıyor, sarmıyor, merhamet göstermiyor bize. Hayat dışarıda hızla akıyor, biz buğulu bir pencere arkasında, dökülen yaprakların matemini tutuyoruz.
Dışarıdaki hayatı, hayatın usanmadan yaydığı diriliği, enerjiyi, coşkuyu; yabancı, tanımadığımız, teni tenimize, dili dilimize benzemez varlıklar paylaşıyor. Onlar gülleri deriyor, çini vazolara yerleştiriyor. Onlar çöpleri kaldırıyor, atlas halılar seriyor. Onlar yetinmiyor Mars’a bile hayat sipariş ediyor. Onlar geceleri havai fişeklerle, füzelerle aydınlatıyor. Onlar gövdelerini semirtip tüm yeryüzüne yayıldıkça, bizim pencere arkası esaretimiz büyüyor. Dışarıya çıkmak hevesimiz, hüsrana uğramak korkusuyla hep kursağımızda kalıyor.
Seyirci olmak, fırtınada sakin bir limanda konaklamak ihtiyatlı gibi görünüyor. Aklımız onlarda, aklımız hayatta aslında… Onlar bizi asla görmüyor, biz onları can canlı seyrediyoruz.
Zeki, atılgan, cüretkârlar… Her şeyi istiyorlar… kurcalıyorlar… bozuyorlar… işini bitiriyorlar… İçini boşaltıyorlar hayatın yavaş yavaş… Dışarı çıkmaktan; buzda kaymaktan, ateşte yanmaktan, fırtınaya kapılmaktan korkan biz içerdekiler, tırnaklarımızı yiyor, duvarları dövüyoruz; bir gün yaşamayı, bir gün gerçekten ait olmayı, sahibi olmayı düşün-düğümüz hayatın özünden öz, canından can alındığını gördükçe kahroluyoruz. Yırtılan gökyüzü için, kuruyan yeryüzü için, gözü yaşlı çocuk için, kanadı kırık kuş için, karaya vurmuş balık için, yitirilen onur için kahroluyoruz… Tarifsiz hüzünlerle daralıyor kabuğumuz… ama ellerimiz böğrümüze… ama başımız öne… ama kılımız kıpırtısızlığa gömülüyor nihayetinde… penceremizden ayrılamıyoruz. “Bir gece kütüphanemde bir güvenin pervaneye şöyle dediğini duydum: İbni Sina’nın kitapları içine yerleştim. Farabi’nin bir çok eserini gördüm. Bu hayatın felsefesini bir türlü anlıyamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın.”
Yarı yanmış pervanenin şu güzel, ine cevabını hiçbir kitapta bulazsın. Dedi ki:
“ Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan; çırpınıştır hayatı kanatlandıran.” (Muhammed İkbal)
Dağların dahi yürüdüğü bir hayatta yürümekten, yol almaktan, koşmaktan, dönmekten; feleklere katılmaktan, kıpırdamaktan, çırpınmaktan başka yolu yok insanın… Hayatın çirkinleştirilmesine karşı durmak isterken hayatın saflarından çıktık, kolaylıkların, küçük rahatların sıcağına, durağanlığına alıştık. İyi-kötü, kar-zarar hesapları yapmadan, bütün riskini göğüslemediğimiz bir hayatın nesi olabiliriz? Ne halifesi, ne hamisi, ne hadimi…Hayat emanettir. Emanetin meydanlara inecek, “bir karıncaya ulu nazar” edecek, “bulut olup göğe ağacak, yağmur olup yağacak”, “örse çekiç salacak”, “bize bizim diyecek”, hayata soyunacak, yaşar gibi yapmayacak, sahiden yaşayacak, yolunu kendi kazmasıyla kazacak, gayret kuşağı kuşanacak, külüngü dağa aşkla vuracak sahiplere ihtiyaç var. Yunus; “Dosta varmak dilersen, ol dikene bas da var” diyor. Hayata yalın kılıç dalmayanın, risk almayanın hakikatle alışverişi olmayacağı, hiçbir sırrın kapısına varamayacağı aşikârdır. Dikili bir ağacı, başını sokacak bir deliği, ardına gizleneceği bir penceresi olsunla avunamaz hakiki varlığa kavuşmak isteyen. Bütün zerreleri, bütün hissiyatı yara bere içinde kalsa da, Küsmeden, incinmeden, gocunmadan Hay’dan gelen hayatın izini sürer. Ancak oradan korkunun ve endişenin biteceği emin bir beldeye geçeceğini bilir. “ Hayatın yumuşak ve tehlikesiz olduğu sahilde kurulup oturma… Denize dal, dalgalarla pençeleş; ebedi hayat mücadeledir.” (Muhammed ikbal)
ALİŞAN GENÇ