30 Ocak 2009 Cuma

BİR HİKAYE





'Evin telefonu sabaha karşı üç buçukta çaldı. Uyku sersemi adam telefonu açtı.
Telefondaki ses annesine aitti.
Telaşlandı, korktu başlarına bir şey mi gelmişti?
Annesi 'nasılsın oğlum iyi misin?' diye sordu.
Oğlu şaşkın bir ifadeyle 'iyiyim anne hayırdır bir şey mi oldu siz iyi
misiniz?' dedi.
Annesi 'biz iyiyiz bir şeyimiz yok sadece sesini duymak istedim' dedi.
Oğlu da 'anne bunun için mi aradın saat sabahın üçbuçuğu yarında
konuşabilirdik' diyince annesi de 'rahatsız mı ettim oğlum?' dedi.


Oğlu 'evet anne rahatsız ettin' diyince annesi

'30 sene önce sen de beni bu
saate rahatsız etmiştin, doğum günün kutlu olsun yavrum'

EĞER HALA SİZİNLEYSE, ŞİMDİ ONU HER ZAMANKİNDEN DAHA COK SEVİN....

BEBEK RESİMLERİ





BEBEK RESİMLERİ





27 Ocak 2009 Salı

ABAYI YAKMAK


Aba, dövme yünden değişik kalınlıklarda yapılan bir tür kumaşın adı olup genellikle beyaz renkte imal edilir. Siyah renklisine ise kebe denir.

Bu cins kumaşın kullanıldığı pek çok yer olmakla beraber, aba denilince genellikle dervişlerin giydiği hırka anlaşılır. Vücudun tamamını örtecek kadar geniş ve uzun, yakasız ve yensiz dikilen abanın özelliği, düğmesiz olup kuşak ile kullanılmasıdır.

Abanın tekke mensupları ve tasavvuf ehli olanlar yanında diğer insanlar tarafından da kullanılan bir giyecek olması, aba hakkında dilimize pek çok deyim ve atasözü kazandırmıştır.

Abalı: Fakir, kimsesiz.

Abacı: (Mecazen) Hazıra konmayı seven, bedavacı.

Abası kırk yerinden yamalı: Yırtık pırtık giyecek kadar fakir.

Alaca abalı: Hırkası yamalıklarla dolu olacak kadar fakir.

Abaya bürünmek: Tasavvuf yoluna girmek.

Kaba (kebe) yerine aba giymek: Tasavvuf yoluna girmek.

Başını abaya çekmek: (Mecazen) Ölmek.

Aba da bir kaba da bir giyene (Güzel de bir çirkin de bir sevene): İnandığı şey adına her şeyi hoş gören; ince eleyip sık dokumayan, meşrebince yaşamak için başkalarının ayıplamalarını hiçe sayan.

Aba vakti yaba; yaba vakti aba (olmaz): Her işe uygun bir araç veya yol yordam mevcuttur. (Yaba, harmanda ekin savurmaya yarayan dört çatallı tırmık çeşidi olup aba giymiş bir insan tarafından kullanılması zordur. Bunun birinci sebebi, harman mevsiminin çok sıcak olması; ikincisi de yaba sallarken abaya dolaşmasıdır. Buradan yola çıkarak atasözünden mecazen, ibadet zamanı ibadet; iş zamanı iş anlayışı çıkartılabilir.)

Abanın kadri yağmurda bilinir: Aba insanı yağmurdan koruduğu gibi abaya bürünen insanlar da belâ yağmurlarından korunur, (muş diye rivayet olunuyor!)

Aba yeninden yıldız gösterir: Maddî zenginlik veya manevî kudret ile dileyeni muradına erdirecek kudrete sahip kişileri anlatır.

Bir abam var atarım; nerde olsa yatarım: Gezginci dervişlerin hâlini anlatan bu söz, taşa toprağa, oduna tahtaya, çula çaputa ehemmiyet vermeyen kişilere özgü anlayışın ifadesi olup gönül zenginliğini anlatır.

Zeyl: Aba ile alâkalı olarak üç deyim daha kaldı. Tam da zamanımızı anlatıyorlar: Birincisini "Vur abalıya!" diye kullanıyorlar. İkincisine "Aba altından sopa göstermek" diyorlar ki derviş geçinme iddiasında iken dervişliğe yakışmayan işler yapmaktan kinaye olarak “çok masum gibi görünüp de zorbalığa soyunma”yı karşılıyor. Diğeri de üçüncü -kişiler için kullanılan "Abacı kebeci; bu neci (Abacı, kebeci, sen neci?)" sözüdür. Sanırız, bunu izaha hacet yoktur. Şimdi gelelim abayı yakmaya.

Bu deyim mecazen "birisine âşık olmak, tutulmak, gönül vermek" gibi anlamlar ihtiva eder. Dervişler arasında birilerinin aşkının büyüklüğünden bahsedilecekse eskiden, "Ooo! Abası hayli yanıktır!" gibi ifadeler kullanılırmış.

Eski tekkelerin mimarî kompleksi içinde bir mescit (veya cami), ortada şadırvanı olan bir avlu ve avluyu çevreleyen derviş hücreleri, büyükçe bir dershane, mutfak, kiler, ambar, vs. bulunduğu bilinmektedir. Bilhassa kış aylarında dershanenin ocağı harlı ateşle yakılarak dervişanın burada toplanmaları sağlanır; böylece hem iktisat yapılır, hem de uzun saatler mürşitten istifade ortamı oluşturulurdu.

İşte böyle bir kış gecesinde, yün abalarına bürünmüş dervişler dershanede halka olup şeyh efendiyi dinlemeye başlamışlar. Efendi hazretleri, coştukça anlatmış; anlattıkça coşturmuş ve dervişler kendilerinden geçecek derecelere gelmişler. Bu sırada, ocağa sırtı dönük dervişlerden birisinin abasına ateş sıçrayıp dumanı tütmeye başlamışsa da dervişin sıcaklığı hissettiği yok!.. İçindeki ateş, dışındakinin sıcağını bastırmış durumda. "Pir aşkına Yâr aşkına (Allah aşkına)!" yanmaya devam ediyor. Nihayet şeyh efendi, dumanı fark edip bu müridini ikaz ile yanmaktan kurtarıyor ve arkadaşları arasında mahcup olmasın diye onu diğerlerine "gerçek Hak âşıkı" olarak tanıtıyor. Şimdi argo lisanda kullanılan "abayı yakmak" deyimi, işte o hadisenin yadigârıdır.

ŞİŞMAN


Bilirsiniz; "şişman" mı şişman "göbekli" mi göbekli, "ensesi kalın" mı kalın bir adam; "zayıf" mı zayıf, "sıska" mı sıska, hani neredeyse "kaburgaları sayılabilecek" kadar, "bir deri-bir kemik kalmış" birisine takılmış:"Seni gören de, dünyanın kıtlıktan kırıldığını zanneder!" Zayıf olan, anında yetiştirmiş cevabı; "Sana bakan da, bu kıtlığın sebebini anlar!"

ÇOCUK GÖZÜYLE


Bazen insanları hafife almak için "Çocuk gibisin, çocuk gibi davranıyorsun" denir ya.
Bu hikâyeden sonra çocuk gözüyle bakmanın basit olmadığını anlıyor insan.
Babası İspanya'nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkûmdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkûmlara verilmesi yasaktı.
Bu sebeple kâğıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı...
Çok üzülmüştü küçük kız...
Babasına söyledi bunu, o da "Üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?" dedi. Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü.
Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası keyifle resme baktı ve sordu: "Hmmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?
Küçük kız babasına eğilerek, sessizce:
"Hşşşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!....."

KALEM PASTASI


1."Kalem Pastası" insan filizinden ancak ve ancak öğretmen eliyle yapılabilir. Şöyle ki:
2. Önce dağlardan, derelerden, tepelerden; şehirlerden, köylerden, kuş uçmaz kervan geçmez yollardan topladığınız insan filizlerini mayasını bozmadan sıralara yerleştireceksin
3.Sonra bu insan filizlerini, Anadolu pınarlarının sevgi suyunda, pırıl pırıl oluncaya kadar yıkadıktan sonra "BİLGİ KAZANI" na atacaksın.
4.Eline Rotring ya da Johan Faber değil, YUNUS'un odunu gibi dosdoğru bir
"ANADOLU KALEMİ" alacaksın. Bu kalemle, bilgi kazanına attığın bu insan filizlerini soldan sağa doğru MEVLANA yönünden döndüreceksin.; ta ki gönül ateşinde kaynama kıvamına gelinceye kadar.
5.Sonra bu karışımı, bir seher vakti Kafkaslardan esen soğuk rüzgarlarla,
kıble ve lodostan esen ılık rüzgarda soğumaya bırakacaksın. Ancak; bu kıvamı Batıdan esen fırtınalardan korumalısın.
6.Bir süre sonra bu karışım, insan ruhunu yakmayacak kıvama gelir. O zaman:
7.Bu karışımın üzerine Yemen' den bir fincan kahve dök ki; eserin hatırlı olsun.
8.Tuna' dan, Estergon' dan, Sakarya' dan bir tutam zafer ekle ki ; eserin yürek kabartsın.
9.Viyana' dan Sarıkamış' tan, Çanakkale' den bir yudum acı ekle ki; eserin göz yaşartsın.
10.Leyla ile Mecnun' dan, Kerem ile Aslı' dan, Ferhat ile Şirin' den bir kaşık aşk ilave et ki; eserin gönül tutsun.
11.Köroğlu'ndan yiğitlik, Gençosman' dan şehitlik, Ulubatlı' dan mertlik ekle ki; eserin Türk milletinin tadını hatırlatsın.
12.Daha sonra bu karışımı, mehtaplı bir gecede Albayrağımızın gölgesinde gök
kuşağının bütün renkleriyle boyadıktan sonra cumhuriyet kalıbına dökmeli ve sekiz eşit parçaya ayırmalısın. Böylece kalem pastasının mayası hazır hale gelir.
13.Sonra bu mayayı size emanet edilen 6 - 14 yaşındaki insan filizlerine sekiz
zorunlu yılda Ömer' in adaleti, annenizin şefkati ve Türkçemizin nezaketi ile
her çocuğa damardan ve yavaş yavaş şırınga edin.
14.Sekiz yılın sonunda meydana gelen eseri "ANADOLU" markasıyla tüm insanlığa
ikram edebilirsiniz.
15." KALEM PASTASI" ÜLKEMİZE VE TÜM İNSANLIĞA İYİ GELİR. TABİİ MALZEMEDEN ÇALMADAN TARİFE UYARSAN.
İNSANLIĞA AFİYET OLSUN!..
Mesut HEKİMHAN

EVVEL ZAMAN İÇİNDE


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok güzel bir ülkede mahalleler varmış. Bu mahallelerin çocukları birbirlerini çok severlermiş.

Dışarıdan gelen parolalı bir ıslığa uçarak aşağı iner, beraber olacakları anları iple çekerlermiş.

Kavga etseler de kin tutmaz, her gün yeniden dünyalar kurarlarmış.

Herkeste paylaşma duygusu, sevgi ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş.

O zamanlar çocuklar okula servis ile değil, köşe başında buluşarak giderlermiş.

Onların yolunu gözlememiş evdeki bilgisayar, şehrin en iyi dersanesi, hazırlık kursları. Bilmezlermiş; hamburgeri, MTV'yi, Interneti, cep telefonunu, tetrisi, nintendoyu...

Bilirlermiş duvarların üzerinde sohbet etmeyi, hatıra defterleri doldurup sevgileri kesfetmeyi.

Bilirlermiş horoz şekercisini, elleri kirli macuncunun tornavida ile koyduğu rengarenk macunları.

Eve gitmeyi unutmayı, hava kararınca dayak yemeyi, sonra bir ıslıkla tekrar aşağıya kukalı saklambaca kaçmayı.

Bilirlermiş o hakkında türlü şeyler söylenen evdeki garip adamdan korkmayı, küsmeyi, ayni kıza asılmayı, torbalarla misket toplamayı, gıcır köstek ayırmayı, değiş tokuş, kaybedince kapısı, Teksas'ı, Tommiks'i, Konyakcı'nın dişlerini...

İc içe konan naylon topları, taştan kale direklerini. Üc korner bir penaltıyı.

Üzerine apartman yapılan top sahalarını, sonra o apartmana taşınan yeni dostları ve onları kapma yarışını....

Otobüsteki biletçinin lastik silgi sarılı kalemini, yoğurtçuyu, kalaycıyı, hallacı... Evlerin arkasındaki odun kömur depolarını. Yakar topun yakışını. Mantarlı gazoz kapaklarını, yaldız kazımayı. Yandaki mahalle ile alınan kavgayı, her kavganın çıkardığı kahramanı-odleği. Kan kardeşliğini, ip atlama, lastiğe basma, topaç virtiözlüğünü, çelik çomağı, kırılan camları, toplanan paralari... Açık hava sinemalarını, frigo buzu...

Sonra zamanla bu güzel ülkede durumlar değişmeye başlamış. Yaşlar ilerledikçe bu birliktelik, koruma kollama duyguları bu mahallenin çocuklarının başlarına çok işler açmis.
Daha sonra işsizlik, hayat pahalılığı, enflasyon, köşeyi dönme, adamını bulma, malı götürme falan derken, herkes yüzünde soluk bir bakış, içinde hayatın yenilgisi, çaresizlikleri, tatminsizlikleri ile başbaşa kalmiş.

Çocukları mı? Çocukları şimdi koca koca apartmanların arasında, nefes alınmaz bir havada, evlerinde, sanal bir dünyada, emniyet içinde ve yalnız yaşıyorlar. Anneleri babaları onları çok seviyor.

Beta kapmasınlar diye kalabalık ortamlara hiç sokmuyor. Hafta sonları hep beraber Karum ya da Galleria'dalar. Okul servisleri çocukları neredeyse yataklarından alıyor.
Çocuklar trafik kaygısıyla, koşedeki markete dahi gönderilmiyor. Babalar şirketlerin bilançolarını, çocuklar da dersane reytinglerini izliyorlar.

Hepsi birer test uzmanı, sayısal-sözel yuvarlanıp gidiyorlar. Seksek oynamayı degil ama taban puanları çok iyi biliyorlar. Hayata açılan pencereleri Windows XP, Vista......
Onlar ekrana, ekran onlara bakıyor ve koca bir hayat dışarıda akıp gidiyor... Ve şehrin dışında ağaclar; tırmanacak, salıncak kuracak, kalp kazıyacak mahalle çocuklarını bekliyor.

Paylaşmayan, yalnız, bencil, kafesler içinde, gürbüz, güvendeki çocukları...

Hiç ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçmamış, dizlerinde yara kabukları olmamış çocukların...

YAĞMUR YAĞIYOR KENTİNE


Yağmur yağıyor kentine,
Hissediyorum.
Boynu bükük, suçlu gibi durma.
Yağmurlara karışıp
Düş gözlerimdeki sevda ateşine.
Sarıl, dudaklarımdaki ismine.
Rüzgâr esiyor kentine
Duyuyorum.
Gözü yaşlı bir yetim gibi durma.
Meltemlere sarılıp
Yüreğimin denizlerine uzan.
Gülüşlerimin sıcaklığında ısıt
Ayazlarda üşümüş ellerini.
Hüzün doluyor yüreğine.
Ağlıyorum.
Umutlara küskün bir yürek gibi durma.
Şafak vakitlerindeki güneşe katılıp
Baharlardaki güllere dokun.
Yıldızlara gülümse gözlerimin içinde.
Kanayan yaralarını sar,
İçimdeki birikmiş çocuksu düşlerimle..
Aşk yağıyor gözlerine.
Gülümsüyorum.
Sevilmeyen bir yürek gibi durma
Ucûbe binaların altında.
Yüreğini umutlarda ıslatıp
Gözlerime dokun gamzelerinle.
Sarıl, ıslak yüreğime.
İsmail Sarıgene

26 Ocak 2009 Pazartesi

TUTTURMAYAN ADAMIN ÖYKÜSÜ


Bay Tutturmayan’ın yaptığı bir seyahat sırasında Londra hava limanında başına bir sorun gelir. Elinde New York dönüş bileti olduğu halde, havayolu şirketinin bilgisayar sistemi uçak biletini iptal etmiştir.

Havayolu şirketi yetkilileri, sorunun kendi hataları olduğunu kabul etmektedir. Bununla birlikte Bay Tutturmayan’ın binmek istediği uçakta yer kalmamıştır. Bay Tutturmayan’ın insanlarla ilişkisi çok iyidir ve insanları nasıl harekete geçireceğini, nasıl onların kalplerini kazanacağını çok iyi bilmektedir. Bay Tutturmayan, havayolu şirketi yetkililerine hiç bağırıp çağırmadan “Sizin için de, benim için de çok zor bir durum. Ama sizler çok yetenekli insanlarsınız ve bir şekilde bu problemi çözeceğinize inanıyorum. Beni ne yapıp edip New York’taki toplantıma yetiştireceksiniz sonunda.” der.

Bu arada beş dakika yetkililerin yanından ayrılır ve iki buket gül almaya gider. Aldığı iki buket gülü, kendisinin sorunuyla ilgilenen iki kadın yetkiliye verir. Amaçları, onların tüm enerjilerini ve yüreklerini kendi sorununun çözümü için kullanmalarını sağlamaktır. İki kadın yetkili, bu zor durumda Bay Tutturmayan’ın tavrı karşısında hem sevinirler hem de mahcubiyetlerinden yanaklarına kadar kızarırlar. Ama ne var ki, sorun çözülememektedir. Uçağın yolcuları birer birer gelmektedir. Aslında hemen her zaman bir-iki yolcu uçağı kaçırır ya da gitmekten vazgeçer... Ama bu uçağın yolcuları inatçı bir şekilde gelir.

Bay Tutturmayan, uçağa binme şansının azaldığını fark ettiği için son gelen yolculara 12 saat sonraki uçağa binmeleri için 100 dolar teklif etmeye başlar. Ne var ki, kimse beklemek istemez. Uçağın yolcularının tamamı gelince, havayolu şirketinin yetkililerine döner ve pilot kabininde de olsa gidebileceğini söyler. Ancak 11 Eylül olaylarından sonra güvenlik açısından bu imkânsızdır. Bay Tutturmayan, o zaman hosteslerden birinin kalabileceğini ve kendisinin yardım edebileceğini söyler. Ancak bu da olmaz. Bu arada problemi çözmek için hava limanındaki yetkililer, ulaşabildikleri en üst düzey yetkililere kadar yardım isterler. Ancak dolu bir uçağa binmenin tek yolu, uçaktaki yolculardan biriyle yer değiştirmektir.

Bay Tutturmayan’ın tüm bu çabası ve zarafeti karşısında havayolu yetkilileri, ona ücretsiz ayrıca bir uçuş vereceklerini belirtirler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar mevcut uçakla uçuramayacaklardır. Bay Tutturmayan, aslında o ana kadar uçağa binmek için “tutturmuştur”. Yani isteğinin olması için elinden geleni yapmıştır. Ama istenmeyen sonuçla karşılaşmıştır. Uçak o olmadan uçmuştur. Havayolu şirketinin yetkilileri, bu zarif adamın sabrının son noktasına geldiğini düşünmektedir. Bu zarif ve son derece rahat bir ses tonuyla, sesinin her tonunu kontrol edebilen adam artık öyle bir patlayacaktır, öyle bir bağırıp çağıracaktır ki, tüm hava limanı onun sesiyle çınlayacaktır. Ama ne var ki, öyle olmaz.

Tutturmayan adam, görevlilere der ki “Ben Allah’a teslim oldum. Belki Londra’da bir gece daha kalmam, burada birisiyle tanışmama neden olacak. Ya da New York’a bir gün geç gitmem orada daha uygun koşullara ulaşmama neden olacak ya da New York’taki işi kaçıracağım ve belki daha iyi bir iş alacağım. Sonuç olarak uçabilseydim bu, bana Allah’ın bir hediyesi olacaktı; ama Londra’da bir gün daha kalmak da Allah’ın başka bir hediyesi. Her halükarda ben hediyemi aldım.”

Bay Tutturmayan, yaşamda istediklerinin olması için tüm enerjisini, bilgisini, zekâsını kullanarak elinden gelenin en iyisini yapmayı da, istedikleri olmadığı zamanda onların hepsini kucaklamayı ve tutturmayı öğrenmişti. Kalbi ve kafası bu kadar iyi çalışan ve dünyayı da olduğu gibi alabilmeyi/kucaklayabilmeyi başarabilen ender insanlardandı. Havayolu şirketinin yetkilileri, Bay Tutturmayan’ın tavrına şaşırdılar ve hayran oldular. Kendisine ayrıca bir ücretsiz bilet vermekle kalmadılar, bir sonraki uçuşta da kendisine Business Class’tan bir yer verdiler. 25.04.2005