30 Aralık 2014 Salı

YERYÜZÜ YILDIZLARI - 10 - SAİD B. AMİR




10- -SAÎD b. ÂMİR
Hangimiz bu ismi tanıyor ve daha önce duymuş?
Büyük bir ihtimalle -hepimiz değilsek bile -çoğumuz bu şahsı şim­diye kadar duymamışızdır. Ve şimdi soralım Saîd b. Âmir kim diye? Evet, şimdi öğreneceğiz Saîd’i!..
* * *
Her ne kadar onun bu titrek isminde sahâbenin büyüklerinin isim­lerine bir yakınlık olmasa da o sahâbenin büyüklerinden biridir.
Kuşkusuz, o takva ehlinin gizli kalmış büyüklerindendir.
Bütün toplantı ve savaşlarda onun Allah Resulü’nü yakından izledi­ğini dile getirmek, belki fazla söz ve bir tekrardan ibaret olacaktır. Ve zaten bu tüm müslümanların düsturuydu. Mü’min olana, gerek savaşta gerek barışta Peygambere muhalefet yaraşmazdı.
Hayber’in fethinden az önce müslüman olmuştu. Saîd, İslâm’la ku­caklaştığı ve Resûlullah’a biat yaptığı andan itibaren hayatını, varlığını ve geleceğini tümüyle İslâm’a adamıştı.
İtaat, zühd, alçakgönüllülük ve yücelik… İşte tüm bu büyük fazilet­ler dost ve kardeş olarak bu temiz ve pâk insanda bulunmaktaydı.
Onun büyüklüğünü iyi kavrayabilmek için herhangi bir şeyi kaçır­mamak, uyanık davranmak gerekir. Kalabalık içinde Saîd’e gözümüz iliştiğinde, göz onda durmak için bir sebep görmez, başka tarafa geçer.
Gözümüz onu alelâde bir fert olarak görür; dağınık ve tozlu... Ne giyiminde, ne dış görünümünde, onu diğer yoksul müslümanlardan ayıran bir özellik taşımaz Saîd.
Giyim kuşamından ve dış görünümünden, onun hakikî yapısına delil aradığımızda hiçbir şey bulamayız. Bu insanın büyüklüğünün süs ve şâşaadan daha öte bir şey olduğunu fark ederiz.
Çünkü bu eski elbiselerin ve sadeliğin gerisinde büyük bir değer yatmaktadır.
Sedefte gizlenmiş inci var ya... İşte öyle.
* * *
Mü’minlerin Emiri Ömer b. Hattab, Muaviye’yi Şam valiliğinden uzaklaştırınca, etrafını yoklayarak, onun yerine göreve getirebileceği birilerini araştırdı.
Ömer’in vali ve yardımcılarını seçmedeki üslubu, tümüyle dikkat, vakar ve mahzurları göz önüne getiren bir üsluptu. O inanıyordu ki, şayet herhangi bir valisi bir yerde hata işleyecek olsa, bunu Allah iki kişiden sorardı: İlk olarak Ömer’den, ikinci olarak da hata sahibinden.
Kişileri atamadaki ve vali seçimindeki ölçüsü, gayet hassas ve son derece basiretli idi.
Şam, dönemin büyük medeniyet merkezi idi. Oradaki hayat, çeşitli medeniyetlerin izlerini taşırdı. Ticaret için de önemli bir merkezdi. Geniş bir bolluk vardı. İşte bu ve buna benzer nedenlerden ötürü de fesad diyarıydı. Ömer’in düşüncesine göre de, buraya ancak fesatçı şeytanla­rın, takvasının önünde duramayıp kaçtıkları bir veli uygun düşerdi. Zahid, abid, itaatkâr ve günahından tövbe edip dönmesini bilen biri.
Ömer aniden bağırdı:
“Tamam buldum onu. Bana Saîd b. Âmir gerek.”
 Daha sonra Saîd, Ömer’e gelir. Ömer, ona Humus valiliğini teklif eder. Fakat Saîd özür beyan ederek:
“Beni fitneye salmayın ey Mü’minlerin Emiri!” deyince Ömer bağı­rır:
“Allah’a yemin olsun ki, seni bırakmam! Emanetinizi ve hilafetinizi boynuma yıkıp, beni bir başıma terk edemezsiniz.”
Saîd o anda ikna olmuştu. Ömer’in sözleri ikna için yeterli gelmişti.
Evet... Emanet ve hilafeti Ömer’in üstüne atıp, tek başına bırak­maları adalet değildi. Ve şayet Saîd b. Âmir gibileri de sorumluluktan kaçınacak olursa, Ömer tayin edeceği kimseleri nereden bulacaktı?
Saîd, Humus’a doğru yola çıktı. Yanında henüz yeni evlendiği ha­nımı vardı. Ömer kendisine biraz da mal vermişti.
Humus’a yerleştikleri zaman zevcesi, Ömer’in verdiklerinden bir miktar harcamak istedi, Saîd’e yeni elbise ve eşya almasını söyledi. Ge­risini de biriktirmek niyetindeydi.
Saîd ona: “Bunlardan daha iyisini sana söyleyeyim mi?” dedi ve ekledi:
“Bak, biz ticareti geniş ve pazarı kazançlı bir memleketteyiz. Gel, bu elimizdekilerle bizim hesabımıza ticaret yapacak, malımızı artıracak bi­rine bunları verelim.”
Hanımı: “Ya iflas edecek olursa” dedi.
Saîd: “Ben kefil olurum.” dedi.
Hanımı: “İyi öyleyse.” dedi.
Saîd çarşıya çıktı. Sade bir hayata gerekecek kadar eşya alıp, malı­nın kalanını yoksul ve ihtiyaç sahiplerine dağıttı.
Günler geçiyor, hanımı da zaman zaman ticarî kazançlarının ne du­rumda olduğunu soruyordu.
Saîd de: “Başarılı bir ticaret, kazanç durmadan artıyor.” diye cevaplıyordu.
Bir gün kadın aynı soruyu Saîd’in bir yakınının yanında sorduğunda meselenin iç yüzünü bilen adam önce gülümsedi, sonra da kahkahayı bastı. Bu gülüş, kadını şüphelendirdi ve açıklama yapması için ısrar etti. Adam da kadına:
“Çok zaman oldu, onun hepsini tasadduk edeli.’ dedi.
Bunun üzerine kadıncağız hıçkırarak ağlamaya başladı. Bu maldan doğru dürüst bir fayda görmeyişi onu üzmüştü. Üstelik istediklerini alamamış, elinde de bir şey kalmamıştı.
Saîd, hanımına şöyle bir baktı. Akan gözyaşları ona daha bir güzel­lik katmıştı.
Fitneye sürükleyen bu manzara, nefsinde zaafa sebep olmadan önce o basiretini cennete yöneltmiş, orada daha önce cennete gitmiş dostlarını görmüştü. Şöyle dedi:
“Benim benden önce Rab’lerine kavuşmuş arkadaşlarım var. Ben kesinlikle onların yollarından sapmak istemem. Tüm dünya içindekilerle benim olsa da…”
Hanımının, güzelliğiyle kendisini kandırmasından korktuğu anda ona ve aynı zamanda kendi nefsine şöyle sesleniyordu:
“Biliyorsun ki, cennette ceylan gözlü hûrîler, iyi huylu güzeller var. Onlardan bir teki bile yeryüzüne inse, her tarafı aydınlığa boğar, nuru güneş ve ayınkini yok eder. Kuşkusuz seni onlara feda etmek, onları sana feda etmekten daha uygun düşecektir.”
Sözünü başladığı gibi bitirmişti; sakin, güleç ve rahat. Hanımı sa­kinleşmiş ve anlamıştı ki, Saîd’in yolundan gitmekten ve Saîd’in sözünü ettiği zühd ve takvadan daha iyisi yoktu.
* * *
 Humus o zamanlar “İkinci Kûfe” diye nitelendiriliyordu. Bunun se­bebi de ahalisinin aşırılıkları ve valilere karşı muhalefetleri idi.
Irak bu aşırılıkta öncelik sahibi idi. Humus da bu konuda ona ben­zemesinden bu ismi alıyordu.
Humus’un belirttiğimiz bu aşırılıklarına rağmen Allah, onların kalp­lerini bu salih kuluna, Saîd’e yöneltmişti. Onlar onu seviyor ve itaat edi­yorlardı.
Ömer bir defasında: “Şam ahalisi seni seviyor.” demişti. Saîd de:
“Çünkü ben onlara yardımcı ve destek oluyorum.” diye cevap ver­mişti. Her ne kadar Humusluların Saîd’e sevgileri varsa da yine de or­tada bazı şikayet ve rahatsızlıkların olması kaçınılmazdı... En azından Humus’un Kûfe ile başabaş yarıştığını ispatlaması gerekirdi.
Bir gün Mü’minlerin Emiri Ömer (r.a.), Humus’u ziyaret eder ve kalabalık bir topluluk içinde onlara “Saîd hakkında ne dersiniz’?” diye sorar.
Başlarlar ondan şikayetçi olmaya... Aslında bunlar, bir adamın bü­yüklüğünü ortaya çıkaran şikayetlerdi...
Ömer şikayetçi guruptan şikayetlerini tek tek söylemesini istedi. Gurup adına konuşacak kişi doğruldu ve: “Ondan dört hususta şikayet­çiyiz.” dedi ve ekledi:
“Gün iyice ilerlemeden yanımıza gelmiyor.
Geceleri işlerimizi görmüyor.
Ayda iki gün hiç yanımıza çıkmıyor, o günlerde kendisini hiç göre-miyoruz.
Diğeri de, gerçi kendisinin bu konuda elinde bir şey yok; ama bizi rahatsız ediyor. O da şu, kendisini zaman zaman baygınlık tutuyor.”
Adam oturdu.
Ömer (r.a.) bir müddet başını öne eğip sustu. Sonra Allah’a yöne­lerek: “Ey Allah’ım biliyorsun ki, Saîd senin en iyi kullarındandır. Ya Rabbi! Bu konuda ferasetimi yanlış çıkarma.” diye sessizce yalvardı.
Saîd’i, kendini savunması için çağırdı. Saîd de cevaplamaya baş­ladı.
“Onlar, benim, gün epey ilerledikten sonra yanlarına çıktığımı söylüyorlar. Vallahi nedenini söylemek içimden gelmiyordu. Madem istiyorlar söyleyeyim: Ailemin hizmetçisi yok. Onun için hamurumu kendim yoğurup, mayalanmaya bırakıyorum. Sonra da ekmeğimi pişiri­yorum. Daha sonra da abdest alıp yanlarına çıkıyorum.”
Ömer’in yüzü güldü ve Allah’a hamd etti. “Ya ikincisi?” dedi.
Saîd konuşmasını sürdürdü:
“Geceleri kimseyle ilgilenmediğimi söylüyorlar. Vallahi bunun se­bebini de söylemekten hoşlanmıyordum. Ben gündüzü onlara, geceyi Rabbi’me ayırdım.
Ayda iki gün yanlarına çıkmayışıma gelince; benim çamaşırlarımı yıkayacak hizmetçim yok; fazla çamaşırım da yok. Ben çamaşırımı yıkı­yor, sonra da kurusun diye bir müddet bekliyorum ve ancak ertesi gün yanlarına çıkabiliyorum.
Bir de zaman zaman beni baygınlığın tuttuğunu söylüyorlar. Ben ensârdan Hubeyb’in Mekke’de şehid düşürülüşüne şahit oldum. Vücu­dunu lime lime etmişti Kureyş. Onu bir deveye bindirmişlerdi. Sordular ona: “İster misin şimdi Muhammed senin yerinde olsun, sen de kurtul, rahata kavuş?” O şu cevabı vermişti: “Yemin olsun ki, Allah Resûlüne bir diken bile dokunacak olsa, ben ailem ve çocuklarım beraber dünya afiyeti ve nimeti içinde olmayı istemem... Her ne zaman bu manzara gözümün önüne gelirse, ki ben o sırada bir müşriktim, o gün Hubeyb’e yardım etmeyişimi hatırlarım. İşte o zaman Allah’ın azabından duydu­ğum korkudan dolayı beni bir titreme alıyor ve kendimden geçiyorum.”
Saîd sözlerini bitirmişti. Vera gözyaşlarıyla ıslanmış dudaklarından dökülen sözlerdi bunlar...
Ömer kendine ve neşesine hakim olamamış: “Ferasetimi yanıltma­yan Rabbime şükürler olsun!” diye bağırmıştı. Saîd’i kucakladı ve parla­yan o yüce alnından öptü.
* * *
Böylesi bir saadete kim ulaşmıştı ki? Allah Resûlü gibi bir öğreticiyi Kur’ân gibi bir nuru ve İslâm gibi bir mektebi kim nerede bulmuştu ki?
Fakat böyle bir hareket fazla miktarda olsaydı, acaba yeryüzü bunu kaldırabilir miydi?
Şayet böyle olsaydı, yer yeryüzü olmaktan çıkar, Firdevs cennetine dönerdi. Vaad edilen Firdevs’e...
Firdevs’in zamanı gelmediğine göre, böyle şerefli ve yüce hayat ya­şayanlar daima az ve nadir olacaktır.
İşte Saîd b. Âmir de onlardan biridir.
İşi ve vazifesi kadar maaşı ve geliri de çoktu Saîd’in.
Fakat o, bundan kendine ve ailesine yeteri kadarını alır, gerisini yoksullara dağıtırdı.
“Elindekilerle aile ve akrabana biraz bolca harca.” demişlerdi bir defasında kendisine. O ise onlara: “Neden aileme ve akrabama?! Hayır, yemin olsun ki, ben Allah’ın rızasını akrabalığa karşılık satamam.” diye cevap vermişti.
Kendisine her ne zaman “Kendine, aile efradına günlük harcamala­rını biraz artır; hayatın güzelliklerinden istifade et.” Denilse, o devamlı şu büyük sözlerle karşılık verirdi:
“Ben Hz. Peygamberin şu sözünü işittikten sonra benden öncekile­rin (sahâbenin) yolundan ayrılamam. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyuruyor ki:
Allah insanları hesap için toplar. O sırada mü’minlerin yoksul­ları güvercinler gibi seke seke gelirler. Onlara:“Durun! Hesap var.” denilir. Onlar da: “Hesaba çekileceğimiz hiçbir şeyimiz yok ki!” der­ler. O zaman Allah: “Kullarım doğru söylüyor.” der ve onlar herkes­ten önce cennete girerler.”
* * *
Saîd Hicretin 20. yılında Rabbine kavuştu… Her şeyiyle tertemiz ve pâk olduğu bir dönemde.
Artık o dostlarına kavuşmuştu; gözü nurlu, gönlü rahat, yükü hafif olarak. Ne yanında, ne ardında, ne sırtında ağırlık verecek bir dünya yükü ve eşyası vardı.
Yanında sadece verâ, zühd, takva, büyük bir kişilik, büyük bir ya­şantı ve mizanda ağırlığı olan; fakat sırta ağırlığı olmayan faziletler ge­tirmişti.
* * *
Selâm olsun Saîd b. Âmir’e!..
Selâm olsun ona hayatında ve âhiretinde!..
Selâm, yine selâm yaşayışına ve anısına!..
Selâm olsun tüm iyilere, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) ashabına!..


7 Aralık 2014 Pazar

GÜLÜMSEMEK



Küçük kız, yaşlı komşu amcaya gülümsedi. Bu gülümseme, o adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde geçen günlerde kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen onu aradı, teşekkür edip halini hatırını sordu. Arkadaşı bu teşekkürden öyle keyiflendi ki, öğle yemeğini yediği lokantadaki garsona o gün yüklüce bir bahşiş bıraktı.
Garson, akşam eve giderken kazandığı para­nın bir kısmını her zaman aynı köşede bek­leyen bir fakirin eline bıraktı. Bu yardımdan o adam öylesine mutlu oldu ki, sevinçten havalara uçtu... Çünkü açlıktan midesi fena halde kazı­nıyordu.
O fakir, eline geçen bu parayla karnını doyur­duktan sonra neşeyle ıslık çala çala bir apart­manın bodrumundaki odası­nın yolunu tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altındaki kedi yavrusunu görünce kucağına alıverdi hemen.
Küçük kedicik, gecenin soğuğundan kurtul­duğu için mutluydu. Sıcak odada gece boyunca o adamla oynadı durdu.
Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan kedi yavrusu öyle acı acı miyavlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apart­man halkı. Anneler, babalar yavrularını kucakla­yıp dumanlar arasında dışarı fırladılar. Ölmekten kurtulmuşlardı.
Kimse bilmiyordu ama bütün bunların hepsi küçük bir gülümsemenin bereketiydi.
Evet, hayatı güzellikler için yaratan Allah (cc.), küçük bir iyiliği böyle büyütüyor. Şu âyetler buna işaret ediyor, "Allah karşılıksız yar­dımlar olan, sadakaları (iyilik, yardım) kat kat artırarak bereketlendirir..." (Bakara, 276) Ayrı­ca Peygamberimiz (@) buyuruyor ki; "Allah sadakayı kabul eder, ...onu sizin atınızın yavru­sunu büyüttüğü gibi büyütür; öyle ki, bir lokma büyüklüğünde bir sadakanın sevabı bile Uhut dağı kadar oluverir..." (Buhari, Müslim) Hiçbir iyilik küçük değildir; bir tebessüm de olsa...
Derleyen: Aslınur Bahar
Zafer Dergisi Mayıs 2013

28 Kasım 2014 Cuma

HARAMA BAKMA UNUTURSUN



Asırlardır İslâm âlimleri harama bak­manın hafızayı zaafa uğrattığını ve unutkanlığa sebep olduğunu söylüyor, insanları ikaz ediyorlar. Yapı­lan bilimsel araştırmalarla da bu uyarının ne kadar hakikat olduğu anlaşıldı.
Peygamber Efendimiz (sav) "Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur" buyurmuş­tur. Bediüzzaman Hazretleri de yaşadığımız asırda oldukça yay­gınlaşan açık saçıklığın unutkan­lık hastalığını daha da artıracağı­nı dile getirmiştir.
"Ehl-i İslâm'da nazar-ı haram ziyadeleştikçe hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip vücu­dunda su-i istimalât ile israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olup ondan kuvve-i hafızaya zaaf gelir." (Bediüzza­man, Kastamonu Lahikası)
Bu konuda İngiltere'de yapılan araştırmada1 erkeklerin ömürlerinin ortalama bir yılında yabancı kadınlara baktıkları ortaya çıktı. Eğlence yerlerinde ve süpermar- ketlerde yaşlan 18 ile 50 arasın­da değişen 3 bin kişi üzerinde yapılan ankete göre, erkek bir gününün 43 dakikasını, toplan­dığı zaman1 yılının 258 saatini, yani 11 gününü namahreme bakarak geçiriyor. Kadınlar sayı ve süre olarak daha az olsa da bir günde namahreme bakış süresi 20 dakikayı buluyor.
Kodak Lens Vision Merkezi'nden Mark İreland, "Erkekler ömürlerinin bir yılını karşı cinse bakarak geçiriyorlar. İşin ilginç yanı, erkekler bunun için ellerindeki işi bırakabiliyor" şeklinde konuşuyor.
Dünya bu araştırmanın sonuçlarını tartışırken "Jour­nal of Experimental and Soci- al Psychology" dergisinde bir yenisi yayınlandı.2 Bu araştır­mada, etkilendikleri kadınlarla birkaç dakikalık sohbet eden erkeklerin, hemen sonra girdik­leri beyin fonksiyonlarını ölçme testinde kötü performans ser­giledikleri ortaya çıktı. Erkeğin kadından etkilenme oranı ne kadar artarsa performansı da o kadar düşüyor.
Kadın ve erkeklerin beraber çalıştıkları işyerinde performans da olumsuz etkileniyor. Yine bu durumun karma eğitim yapı­lan okullarda öğrencilerin sınav sonuçlarını ve başarılarını da düşürdüğü tespit edildi.
Hollanda'da yapılan bir araştırma3 yukarı­daki sonuçlan destekler mahiyette sonuçlanmış. Radboud Üniversitesi'nin psikiyatristleri tarafından gerçekleştirilen araştırma sonuçlarına göre; cazibeli bir kadınla konuştuklarında' erkekler olumsuz etkileni­yor. İşyerinde kadınlarla birkaç dakikalık sohbet bile erkekle­rin masalarına dönüp işlerine devam ettiklerinde verimlilikleri­ni düşürüyor.
Bilim adamları bunun sebebi olarak erkeklerin beyin fonksiyonlarının büyük bir bölümünü karşılarındaki kadını etkilemek için kullandıklarına ve bu yüz­den işlerine yeterince enerjileri kalmadığına bağlıyor. Araştır­macılar ayrıca bunun sadece şir­ketlerde değil, karma okullarda da eğitimi olumsuz etkilediğini söylüyorlar. Bununla beraber aynı araştırma, kadınlarda böyle bir etkinin olmadığını gösteri­yor.
Gerçekten açık saçık kadın­lara nazar etmek erkeklerin kafasını karıştırıyor. Bu da kon­santrasyon bozukluğu, zihni toparlayamama ve unutkanlığa sebep oluyor. Asırlardır İslâm âlimlerinin ikazı artık bilim çev­relerinde de dile getiriliyor.
Kaynaklar:
1-Taraf      : 6.08. 2009
2-Ulaşım   : www.netgazete.com
3-Taraf      :5.09.2009
Prof. Dr. Sefa Saygılı

22 Kasım 2014 Cumartesi

BURNUNDAN FİTİL FİTİL GEL(DİR)MEK



 Nankörlük, haramzadelik ve ihanet hallerinde beddua manasıyla kullandığımız bu deyimdeki "fitil (fetil)" kelimesinin eskiden kullanılan dört anlamı vardır:

1. Lamba fitili
2. Ovalamakla deriden çıkarılan yuvarlak kir
3. Yaraya konulan pamuk
4. Örgü
Bu anlamların hemen hiçbiri, yukarıdaki deyime tam uygun gözükmüyor. En sondaki örgü anlamı, biraz eski işkence tarzlarını hatırlatıyor (Yer yer düğüm atılmış olan bir yumak ipliğin ucunu suçlunun burnundan ağzına sarkıtıp bir ileri bir geri sararak işkence yapıldığını Evliya Çelebi yazar.) ve dolayısıyla bir beddua için elverişli görünüyorsa da deyimde geçen "fitil" kelimesi bir ağırlık ölçüsü birimi olarak bambaşka anlam taşır. Dirhemin dörtte birine "denk", dengin dörtte birine "kırat", kıratın dörtte birine de "fitil" denir. Bu durumda fitil, dirhemin kesirlerinden biri olarak muhtemelen bir damla kan ağırlığında olmalıdır, hakkı yenilen kişinin hakkı, eylediği beddua gereği zalimin burnundan damla damla (fitil fitil) gelebilsin. Hafazanallah!..

15 Kasım 2014 Cumartesi

YUSUF VE KARDEŞLERİ :) VE KUZENİ AHMET

Uzun zamanda bu yana Yusuf ve kardeşlerinin resimlerini eklememiştik.
Yusuf için abi olmak oldukça güç
Hamza yeni bilgiler ve neşeli farklı bir çocuk
Davut abilerine tabir caizse kök söktürüyor
Ahmet birinci sınıfın sıkıntısını ve güçlüğünü yaşıyor 

 










30 Ekim 2014 Perşembe

MEYVENİN LEZZETİNİ BİN KAT ARTIRMANIN FORMÜLÜ!



Lezzetin de eşsizi olur mu demeyin! Herşeyin harikası, güzeli, mükemmeli, eşsizi oluyorsa lezzetin de eşsizi olmaz mı?
Bir Ramazan günü yolumuz Topkapı Sanayi Camiine düştü. Değerli dostumuz caminin imam hatibi dedi ki: "Hocam bizim cemaat alışkındır namazı kıldırdıktan sonra beş on dakika bir şeyler anlatıverin?"
Namazı bitirdikten sonra konuşmamıza; "Yediğiniz meyvelerin lezzetinin yüz kat, bin kat artmasını ister misiniz?" şeklinde bir soruyla başladık.
Dinleyeler, "Olur mu öyle şey! Elmaysa elma, portakalsa portakal, olsa olsa biraz lez­zetlisi, tatlısı olur o kadar. Tadının yüz kat, bin kat artması da ne oluyor?" dercesine merak ve hayret, bir o kadar da heyecanla yüzüme baktılar.
"Bu mümkün" dedim ve anlat­maya başladım. "Şu mübarek Ramazan gününde, faraza cami­nin içine bir nur inse, ışınlamavarî bir şeyler olsa, beyaz elbiseler içerisinde, nuranî bir zat enva-i çeşit meyvelerle dolu altın bir tepsiyle çıkagelse ve dese: Ben Cebrail'im, beni size Allah gönderdi. Bu kullarım benim rızam için oruç tutuyorlar, namaz kılı­yorlar. Ben de onlara iltifat olsun diye bu meyveleri gönderdim. Zevkle, lezzetle yiye­bilirler."
Böyle şey olur mu demeyin! Faraza dedik ya, Cebrail (as) insan kılığında, Dıhye sûretinde Peygamberi­mize (asm.) vahiy getirdiğini biliyoruz. Böyle bir şey bizim için mümkün olmaz elbette. Mümkün olsaydı, neler hissederdik, o mey­veleri nasıl yerdik? Lezzetleri yüz kat, bin kat artmaz mıydı?
"Doğru!" dercesine başlarını salladılar ve ben devam ettim: Allah aşkına söyleyin. Cebrail (as) bize Allah'tan meyve getirdiğinde sevincimizden onları yemeye kıyamıyoruz, yediğimizde de çok farklı bir zevk ve lezzetle yiyoruz. Peki, o meyveleri Cebrail (as) altın tepsiyle getirdiğin­de Allah gönderiyor da, manavdan, pazardan satın aldığımız, ağaçların dallarından kopardı­ğımız zaman başkası mı gönderiyor? Cebrail (as) getirdiğinde başka duygular içerisine giriyoruz da, pazardan aldı­ğımızda niçin aynı heyecanı duy­muyoruz? "Bu meyve Rabbimin hediyesidir, ikramı ve iltifatıdır. Bana değer vermiş, en güzel şekilde ambalajlamış, gözü­mün, burnumun, dilimin, midemin zevkini düşünüp ona göre takdim etmiş, bana olan sevgisini böyle göster­miş. Nasıl heyecanlanmam, nasıl mutlu olmam, nasıl sevinmem?" düşünce­siyle yediğimizde aynı mutluluğu yine his­sedebiliriz ve Allah'ın lütfü, hediyesi, ikramı olduğunu düşünerek meyvenin kendi lez­zetinden yüz kat, bin kat daha üstün bir lezzet alabiliriz.
İşte meyvenin lezzetini bin kat artırma formülün
Şaban Döğen
Zafer Dergisi Ağustos 2012

27 Ekim 2014 Pazartesi

ASLANIN KEDERİ



Bir varmış, bir yokmuş,
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,
İnsan gözü görmemiş, ağaçları kesilmemiş,
Ayılar, kaplanlar post diye soyulmamış,
Sarıpapatyalarla, renk renk çiçeklerle süslü, büyük bir ormanda hayvanlar huzur içinde yaşarmış. Ormanın kralı, adil, iyi bir aslanmış. Bütün hayvanlar ondan memnunmuş. Akşama kadar ormanda dolaşır hayvanları denetlermiş.
Aslan bir gün hastalanmış. Uzun bir süre hasta yattıktan sonra iyileşmiş. Fakat artık ormanda dolaşamaz olmuş. Sadece yuvasının önünde geziniyor bazen üzüntü içinde yerinden kalkmadan saatlerce oturuyormuş.
Aslanın bir sıkıntısı olduğunu bütün hayvanlar anlamışlar. Anlamışlar ama o hiçbirine üzüntüsünün sebebini anlatmıyormuş. Aslan, bir gün yuvasının önünde kara kara düşünürken yanına Tilki yaklaşmış.
-      Aman kralımız sizin bir derdiniz var, neden kimseye söylemiyorsunuz? diyerek aslanın sırrını öğrenmeye çalışmış.
Aslan hiç cevap vermemiş; ama tilki, aslanın derdini öğrenmeyi kafasına koymuş bir kere. Onu kandırmak için bütün gün dil dökmüş.
Aslan sonunda tilkinin ısrarlarına dayanamamış.
-      Sana sırrımı söylerim söylemesine ama ya başkalarına söylersen, demiş.
Tilki:
-      Asla! Hiç başkasının sırrı açıklanır mı? Ölene kadar sıranızı saklayacağım, diye çıkışmış.
Aslan ona güvenmiş ve derdini anlatmış.
-      Hani aylar önce hastalanmıştım. İşte o hastalıktan sonra gözlerim iyi görmez oldu. Her şey bulanık görünüyor. Onun için yuvamın önünden ayrılamıyorum.
-      Geçmiş olsun efendim, demişse de tilki sinsi sinsi ellerini ovuşturmuş.
Aslan;
-      Aman sakın kimse duymasın! Krallığımın elimden gitmesinden korkarım, diye tekrar tembih etmiş.
Tilki, aslanın yanından ayrılır ayrılmaz bütün ormanı dolaşmış. Hayvanlara aslanın gözlerinin iyi görmediğini anlatmış. Laf dönmüş, dolaşmış aslanın kulağına da gelmiş.
Aslan, tilkinin yaptığı hainliğe çok kızmış; ama iyi göremediği için bir türlü onu yakalayıp cezalandıramamış. Tilki, aslanın etrafında dolaşıyor, aslanla alay ediyormuş.
Bir gün aslanın aklına bir fikir gelmiş. Oturduğu yerden hiç kalkmamış.
Onu gözetleyen tilki;
-      Hey ormanların kralı yakala beni, göreyim seni, diye bağırmış.
Aslan ona doğru dönmeyerek;
-      Seni yakalamam mümkün değil. Gözlerim tamamen görmez oldu. Her yer simsiyah görünüyor, demiş.
Tilki;
-      Ya öyle mi? diyerek aslana biraz yaklaşmış.
Bakmış ki aslanda bir kıpırtı yok, iyice yanına yaklaşmış. Aslan birden üzerine atlayarak onu yakalamış. Tilki aslanın oyununa geldiğini anlamış; ama iş işten geçmiş.
Aslan tilkiye ne ceza vermesi gerektiğini uzun uzun düşünmüş. Sonunda onu ormandan kovmaya karar vermiş. Tilki, ormandan kovulunca diğer hayvanların aslana olan saygıları tekrar yerine gelmiş. Çünkü aslanın gözleri az görüyor olsa da ormanların kralıymış.

27 Temmuz 2014 Pazar

HAYIRLI BAYRAMLAR

Gazzenin acısı, Suriyenin Feryadı, Irakın Sancısı ve dünyanın dört bir yanında akan mazlum kanlarının gölgesinde geçecek olan Bayramımız Kutlu Olsun...
Mazlumların Kurtuluşuna ve bizlerin imanlarımızın artışına vesile olması dileği ile...
Hayırlı Bayramlar


25 Şubat 2014 Salı

ÇEVRE NASIL KORUNUR?


Yaşadığımız çevrede gözlediğimiz değişim, artık hepimizin korkusu haline geldi. Pazarda satılan domatesin, biberin bile artık bir doğal olanı bir de sanki doğal olmayanı(!) var. Doğallık bir artı değer ve çevreye saygı, bir övünç konusu haline geldi. Sadece popüler kişiler değil, şirketler, TV kanalları, resmi kurumlar ne kadar çevreci olduklarını söyleyerek kendile­rini tanıtıyorlar. Çevrecilik, iyi prim yapıyor. Çevreden sorum­lu bir bakanlığımız oldu. Küresel boyutta çevrenin korunmasına dönük, uluslararası toplantılarda strateji savaşları yaşanıyor.
Ne var ki tüm bu gelişmeler, çevreyi korumaya yetiyor mu? Soluduğumuz havanın ne kadarı zararlı gaz ve partiküllerden oluşuyor; içtiğimiz su ve yediğimiz balıkla birlikte ne kadar ağır metal alıyoruz belli değil. Hormonlu domatesin, üzümün; genetiği değiştirilmiş mısırın, buğdayın; elmanın, armudun kabuğundaki kimyasalın başımıza neler getireceğini kimse bilemiyor. Birer birer yok olan canlı türleriyle; kesilen tropikal ormanlarla; delinen ozon tabakasıyla alakalı dramatik öyküleri okuyoruz.
Çevre, güzel sözlerle, övünmelerle, PR çalışmalarıyla korunamıyor maalesef. Sorunun özüne inilmedikçe de çözüleceğe benzemiyor. Malum Nasreddin Hoca kapının önünde yerde bir şeyler arıyormuş. Yoldan geçen vatandaş sormuş: "Hocam ne arıyorsun?" Hoca: "Yüzüğümü düşürdüm, onu arıyorum" demiş. Vatandaş: "Nerede düşürdün, Hocam?" deyince; Hoca: "içeride düşürdüm" demesin mi? Vatandaş: "Hocam madem içeride düşürdün, niye dışarıda arıyorsun?" deyince; Hoca yapıştırmış cevabı: "İçerisi çok karanlık da...". Hocanın yüzüğünü bulamayacağı kesin de; çözümü, kaybettiği yerde değil, kolayına gelen yerde arayan günümüz insanının durumu aynı değil mi?
Çevrenin geçmiş yüz­yıllarda eşi görülmemiş biçimde yağmalanması­nın, tüketilmesinin, yok edilme­sinin nedeni materyalist felsefe temelinde gelişen sanayileş­me, modernleşme değil midir? "Dünyaya bir defa gelmişiz. Hayat bu dünyadaki yaşamdan ibarettir. Hayattan alabildiğin­ce kam almaya bak. Ye, iç, keyif al. Reklâmlar, kampan­yalar, ödeme kolaylıkları, kre­diler, taksitli satışlar, evden/ internetten/telefonla alışveriş, vb araçlar emrinde, yeter ki tüket, tükettikçe değerlisin. Hep daha fazla kazan, işini sürekli büyüt, başarıya odak­lan. Hayat mücadelesinde hep güçlü olmalısın, güçlü oldukça her şeyi yapabilirsin, çünkü güçlü olan haklıdır, bu evri­min kuralıdır. Benden sonra, zaten tufan" mantığına sahip bir insan neden çevreye duyarlı olsun ki?
"Ben dünyaya imtihan için gelmişim. Bu dünya ve dünyadaki varlıklar bize emanet olarak verilmiştir. Emanete hıyanet edilmez, ihtiyacın kadar tüket, fazlası israftır ve israf haramdır. Üretim de tüketim de amaç değildir; sadece ihtiyacı karşılayacak kadarla sınırlı tutulmalıdır. Başarı tek başına amaç/değer değildir, güzel ve hayırlı olanı başarmak erdemdir. Hayat dayanışma ve yardımlaşmadır. Güçlü olan haklı değil, haklı olan güçlüdür, hakkından fazlasına el uzatma. Bütün canlılar birer ümmettir. Yaratılanı, Yaratandan ötürü sev ve saygı duy. Yaş kesen, baş keser. Fıtratı (doğal olanı) değiştirmek haramdır" inancına sahip insanlar, elbette çevreye saygı gösterir.
İnsan, emanetin sahibi değil, ancak kullanıcısıdır. İnsan, emaneti kendi malı gibi hor kullanamaz. Zira emanete zarar verdiğinde sahibine hesap vereceğini ve zararı tazmin edeceğini düşünür. Emanet malı kullanırken daha dikkatli, tedbirli, hesaplı olur.
Dünyayı, doğayı, doğa­daki varlıkları, canlıla­rı, kendi vücudunu ve kendisinin gibi görünen beden, evlat, mal, mülk, bağ, bahçe, hayvan, arazi, binek, ev, iş yeri, kılık kıyafet gibi diğer tüm eşya­yı birer emanet olarak görüp, bir süre kullandıktan sonra sahi­bine bırakacağını bilen; "Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksi­niz.” Tekasür, 102/8 beyanı­na inanan insanların, çevreye olması gerektiği gibi saygılı / duyarlı olacakları bence çok açık. Bilmem siz de katılır mısı­nız?

Prof Dr. Tevfik Özlü

10 Şubat 2014 Pazartesi

OYUN BİTİNCE



Oyun (hayat) devam ederken her birimiz üstü­müze düşen rolü icra ederiz. Oyun bittiğinde hepimizin kapatılacağı kutu aynıdır, aynı tabut, aynı toprak ev...
Peki, bu oyunculardan geriye kalan nedir?
Onların şanı şöhreti mi? Malı mülkü mü? Ne?
Kim bilir, belki bunların kaldığını düşünenler de olabilir, ama gerçekte bunlar mıdır?
Eğer mal mülk diye düşündüğümüz han apart­man gibi şeylerse, bunların da bir ömrü yok mudur dersiniz?
Eğer ondan kalan tarla ise, onun diye bilinen bu tarla yeryüzünün en küçük mikyastaki bir parselinin çevresinin insan eliyle çektiği bir çit değil midir?
O çit çekilmeden önce ve o çit oradan kaldırıl­dıktan sonra da, o parsel zaten orada durmuyor muydu? Öyleyse o çite biçilen değer ne olabilir?
O tarlanın üzerinde uçan bir kuş, ya da arı için o çitin anlamı nedir acaba?
Hayatımız devam ederken bize önemli görünen her ne varsa, son nefesimizi verdiğimiz anda acaba onların her biri gene aynı önemde görünmeye devam eder mi?
Yoksa son nefesimizi verdiğimiz anda onlara verilen önemin mikyası değişir mi?
Hem de nasıl, diyorsunuz değil mi?
Evet, hem de nasıl...
Mal, mülk, şan, şöhret., bir anda sıfırlanmaz mı? Peki, onlardan geriye bir şey kalmaz mı?
Burada, İmam Gazali'nin bir tümcesine yer vermenin sırasıdır. O, şöyle söylüyordu: bugün hayatınız sona ermiş, fakat yalvarıp yakarıp bir gün daha istemişsiniz ve o gün size bahşedilmiş; işte o gün, içinde bulunduğunuz o son gün ne yapacak idiyseniz, her gün onu yapın!
Bu cümleye dayanarak biz de diyoruz ki, her gününü bu son günün içinde bulunuyormuş bilinciyle geçiren birinin kendisinden sonra bu dünyaya bırakacağı emanet, o son günde işle­nen edimlerin toplamıdır. 
Zafer Dergisi, Eylül 2013

4 Şubat 2014 Salı

SAHABENİN TİCARETİ

Ashab-ı Kiramdan Cerîr bin Abdullah (ra.) bir gün kendisine bir at satın almak için pazara gitmişti. Nihayet güzel bir at bulmuş ve atın sahibi ile pazarlığa tutuşmuştu. At sahibi, atına 500 dirhem fiyat istemekteydi.
Hazret-i Cerîr, attan anlardı. Adamın istediği bu fiyatın atın hakiki değerinden çok düşüktü. Bu durumu adama şu şekilde ifade etti:
"Atın bu fiyattan çok daha fazla eder. Eğer razı olursan, sana 600 dirhem vereyim. Fakat 800 dirheme dahi müşteri bulabileceğini de söyleyeyim. Çünkü bu at, bu fiyata bile değer,"
Atın sahibi şaşırmıştı. Müşterisinin, istediği fiyatın üstünde bir fiyatı teklif etmesi ona çok tuhaf gelmişti. Bu hayret ve şaşkınlıkla şöyle dedi:
"Demek atıma bu fiyatı biçiyorsun?" Cerîr (ra.) adama şu karşılığı verdi.
"Atın belki 800 dirhemin üstünde kıymeti vardır. Ancak ben, en son 800 dirhem ödeyebilirim. Daha fazla ödemeye kudretim yoktur."
At sahibi sevinçle: "Öyleyse ben de sana 800 dirheme atı sattım," dedi.
Hazret-i Cerîr, 800 dirhemi ödeyerek atı satın aldı. Satıcı hâlâ şaşkınlık içindeydi. Kendisi 500 dirheme bile râzı iken, hiç ummadığı bir biçimde 800 dirhem kazanmıştı. Düşündükçe bu alışverişe bir mânâ veremiyordu. Sonunda Cerîr'e (ra.) durumu sormaktan kendini alamadı.
"Ya Cerir," dedi. "Ben atı 500 dirheme gönül rızasıyla satıyordum. Sen bu parayı verip atı alıp gidebilirdin. Bilakis atın 800 dirhem bile edeceğini söyledin ve atı, bu fiyatı vererek aldın. Seni böyle davranmaya sevk eden sebep nedir? Düşünüyorum da aklımla bir türlü çözemedim."
Hz. Cerîr, kendisini böyle davranmaya sevk eden sebebi, adama şu şekilde izah etti: "Biz, Resulûllah Efendimiz'e (sav.) bir Müslüman'ın, diğerini aldatmayacağı ve birbirimize hile yapmayacağımız hususunda söz verdik. Artık nasıl bu sözümüzün hilâfına hareket edebiliriz? Ben atının gerçek değerini bilirken, bunu bilememenden istifade ile ucuza satın almaya vicdânım ve imanım müsaade etmez, işte beni, senin atına istediğin fiyatın üstünde bir fiyat vermeye sevkeden sebep budur.
Şimdi bu ibretli alış-veriş ile günümüzün ticaret hayatı ve alışve­riş anlayışını karşılaştıralım. Aradaki derin fark, fert ve toplum olarak islâm'ın ruhundan ne derece uzaklaştığımızın açık bir delili olmaktadır. Cenâb-ı Hakk bize, tekrar o mana ve rûhu canı gönülden yaşamayı nasip etsin. (Âmin)B

Hazırlayan: Yaşar Esen

27 Ocak 2014 Pazartesi

DİNLENMEK MÎ, DEMLENMEK MÎ?


Kızılderili sözlerini ve hikâyelerini hep sevmi­şimdir. Onlardan bir tanesinde şöyle anlatılır:
Bir dağ yolcuğunda birkaç kızılderili, beyaz adama eşlik etmektedir. Yolculuk zorludur. Beyaz adam beklemeyi isteme­diği için, hemen zirveye ulaş­mak ister. Hedefe odaklanmış­tır. Kızılderililer ise biraz tırman­dıktan sonra oturup geldikleri yöne doğru bakarlar. Beyaz adam tekrarlanan bu durumun yolunu yavaşlattığını düşünür. Anlam veremez ve sorar:
"Neden iki de bir durup otu­ruyorsunuz?"
Kızılderilinin verdiği cevap, ruhunu dinlendirip, yaşadıkları­nı demlendirmeye çalışan her­kes için bir cevap sunar.
"Çok hızlı hareket ettiği­mizde ruhumuz gerilerde kalır, arada bir durup onun gelmesini bekliyoruz" der.
Yaşadığımız hayat tam bir uyaran bombardımanı... Sürek­li bir şeyler görüp, bir şeyler duyuyoruz. Haberler, internet, insanların söyledikleri, otobüs­te, vapurda yanımızdakinin konuştukları, okudukları, sürekli çalan telefon ve televizyon... Kulağımıza bağıran ve fısıldayan her şeyi eleyecek, susturacak ve dinlendirecek bir zamana ihti­yacımız var. Tüm yaşadıklarımızı ve bize öğretilmek istenen, yaşarken anlamamız murat edi­len her şeyi fark etmek için bir mola vermek gerekiyor.
Yeniden kalabağın ve keş­mekeşin içine girmeden, sey­retmek ve seyredilmek arzu­sundan, görmek ve görülmek hevesinden vazgeçip kendinle baş başa kalabildiğin, sessizliğin sesini dinleyerek demlenerek dinlendiğin bir tatile gitmek... Bir tatili yaşamak...
Kişisel gelişim kitapları bize her zaman hedefe odaklanma­mızı öğütledi. Bu bilgi o kadar işledi ki içimize, süreci unut­tuk, süreçte öğrenmeyi unut­tuk. Kadim öğretilerde sonuca göz dikilmez, yolda yürüyüşün kadar, geride yaşadıklarınla da helalleşmen öğütlenir. Batıya dair söylemlerde hedef ve onun getireceği hazza odaklanılır. Beklemeye razı olmayan, bir lezzetin peşinde geride bırak­tıklarına ve kırıp döktüklerine bakmadan, hesaplaşıp helalleş­meden koşarak devam etmek... Yaşadıklarından geriye sana ne kaldı? Ruhun neleri bekledi, neler öğrendi, hangi sorusuna hangi cevaplan buldu, kendi unuttuklarını ona hatırlatanı fark edebildi mi?
Biz her şey yanından gitti­ğinde, yüreğiyle ve onun sahi­biyle baş başa kalan bir Pey­gamberin ümmetiyiz. O içiyle hesaplaşan, onunla konuşan, yaşadıklarını anlamak, onları doğru okumak ve devam ede­bilmek için yavaşlayan, ruhunu bekleyen bir insandı. Hedefi belliydi, ama o yoldaki işaretleri doğru okumaya çalışırdı. Yolda karşılaştıklarını atlayıp geçmez­di, onları ve onlarla yaşadıkla­rını önemserdi. Yolda yaşadığı her şeyi anlayabilmek için durur beklerdi. Yüreğinde demlendir­meden de söylemezdi.
Biz de bu fevri halimizden vazgeçmeliyiz... Bir çayın tadı­nın gelmesi için yavaş yavaş demlenmesi gerektiği gibi, biz de yavaşlamalıyız... Hayattan vazgeçmeden, ona da kapılma­dan, sürüklenmeden, içimizdeki hıza bir dur deyip, frene basıp öyle bir tatil yapalım... Yaşa­dığımız, gördüğümüz ve duy­duğumuz her şey yerine otur­sun... Ayıklansın, temizlensin, tasnif edilsin, demlenmek için bir taşım kaynama süresinden sonra biraz daha beklesin... Ruhumuz tüm yaşadıklarına yetişsin, onları tartsın, çözsün ve anlasın... Hepsinden kendi­ne verilen payı öğrensin... İşte o zaman sükûnet bulup, ger­çekten dinlenmiş olmanın tatlı huzurunu hissedeceğiz...
BANU YAŞAR

Psikolog/Psikoterapist

25 Ocak 2014 Cumartesi

Nescafe Classic Ve Puding

 

Eşimin arkadaşları geçen hafta bize geldiler.İkramlıklarım'dan birisi de Nescafe classic'li puding oldu.Hem hafif hemde leziz oldu.İşte tarifim.
Malzemeler:
Pudink:
6 Su bardağı süt,
3 yemek kaşığı mısır nişastası,
2 tatlı kaşığı pirinç unu,
2 yemek kaşığı kakao,
2,5 tatlı kaşığı Nescafe classic,
3 çay bardağı toz şeker,
Alt malzemeleri:
her bir kaseye yarım betibör bisküvi ufak kırılır,
1 tatlık kaşığı hindistan cevizi,
1 tatlı kaşığı ezilmiş ceviz,
Yapılışı:
Toz olan bütün malzememizi derin bir tencereye koyalım,1 bardak sütü azar azar ekleyelim ve yavaş yavaş karıştıralım.Pütürsüz,topaklanmalar olmasın.
Kaselerimizi tezgaya dizelim Bisküvi,ceviz,ve hindistan cevizi üçlümüzü kaselerin yada bardakların dibinekoyalım ve birbirine karıştıralım.
Tenceremizi ocağa alalım sürekli karışrıralım.Koyulaşınca ocaktan indirelim.Kase yada bardaklara paylaştıralım.Üstünü istediğimiz gibi süsleyelim.Bende hindistan cevizi vardı onunla süsledim.Hafif bir o kadarda lezzetli oldular.
Afiyet Şifa Olsun                                     Sevgilerimle :)

Fikri Mühim'den Ayrılmaz İkili


Merhaba dost ve arkadaşlarım.Hemen hemen 2 aya yakın zamandır hastalıklarla boğuşuyoruz.Birde fotoğrafları bir türlü  pc ye aktaramadım.aksilik aksilik sonra yine hastalandık,şu anda davudum çok hasta.Bronşit olmadı ama ciğerlerine iniyormuş nerdeyse hastalık.hemen ilaçlarımıza başladık.Bu arada biz pedipole götürüyorduk daha önceden hep,doktorumuzu değiştirdik.Buhara özel hastanede ki Fatih Sarı Çocuk sağlığı uzmanına götürüyoruz artık memnunuz ve doktorumuz davudu hastalıklara karşı koruyacak bir ilaç verdi.İnşaAllah daha iyi olacak,ama kış boyu kullanmamız gerekiyor muş.Tabi ben razıyım tek yavrum hastalanmasın.Günlerdir artık bedende hal kalmadı,Bir yandan öksürük bir yandan terleme,bir yandan kusuyor balgamı atabilmek için,gece ayrı gündür ayrı,Birbirimize yapışık olduk,hem o hem ben çok zorlanıyoruz gece yine uyumadık sabaha kadar.şu an biraz dalmışken konumu eklemek için kalktım.

Evet söylediğim gibi Ayrılmaz ikili paketlerim geleli uzun zaman oldu.Hem biz,Eşim pek içmiyor ama ben çok çok içiyorum.Gündüz bir kaç kurabiye ve Nescafe Clasic-Nestle Coffee Mate ikilimi hazırlıyorum.Keyifle içiyorum.Yada bizim ev keksiz kalmaz,çocukların beslenmelerine filan koyuyorum aynı zamanda o yüzden.Islak kek ve Nescafe Clasic-Nestle Coffee Mate ikilimi,Hurmalı Kek Ve Nescafe Clasic-Nestle Coffee Mate ikilimi hazırlıyorum içiyorum.
Hatta Geçen hafata eşimin arkadaşları geliyordu, Nescafe Clasic ile puding bile yaptım,Diğer hazırlıklarım pek yenmese de puding'im bitti :) Ayrıca çocuklarda çok sevdi. Şimdi tarifi nerde diyenlere ayrıca bir postta paylaşacağım acele etmeyin Sevgilerimle :)

19 Ocak 2014 Pazar

AFFETMEMENİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI



Bir lise öğretmeni günün birinde derste öğrencilerine bir teklifte bulunur:
"Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?"
Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin." Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!"
Öğrenciler, bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama, ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:
"Şimdi, bugüne dek affetmeyi istemediğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun."
Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur.
Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:
"Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde., hep yanınızda olacaklar."
Aradan bir hafta geçmiştir.
Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikâyete başlarlar:
"Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor."
"Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf gözlerle bakıyorlar bana artık."
"Hem sıkıldık, hem yorulduk..."
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
"Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, hâlbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

Kaynaksız yazı paylaşımına karşıyım. Ama çok güzel yazmış yazan kişi, emeklerine sağlık...

16 Ocak 2014 Perşembe

BUGÜNKÜ AKLIM OLSAYDI


Bugünkü aklın olsaydı, hayatını nasıl yaşardın sence?
Anlatmak uzun sürer ama, daha iyi olur­du kesinlikle.
—Oysa doğru cevap şuydu: aynı hayatı yaşardın.
—Ne ilgisi var? Kesinlikle katılmıyorum.
—"Bugünkü aklım" dediğin bilinç düzeyine, o yaşadıklarınla geldin, unutma. Onları yaşama- saydın bugünkü aklın olmazdı ki.
—Emin misiniz?
—Hayıflandığın günle­re hayalen dön istersen. O kritik dönemlerde, yine o günlerdeki aklınla karar vere­cektin ve aynı ter­cihleri yapacak­tın. O tercihlerin hepsi senindi zaten, başka­sının değil.
— Öyle değil. Mesela istemediğim biriyle zorla evlendirdiler beni.
—Ne dediler ki 'zorla' evlendin?
—Çok baskı yaptı­lar. Onunla evlenmezsem beni evlâtlıktan reddedeceklerini bile söylediler.
—Demek ki iki şık arasın­da seçim yaptın. Evlatlıktan reddedilme veya o kişi ile evlenme. Sen de ikinci şıkkı işaretledin. Evlilik defterine imzayı sen attın. Değil mi?
—Herhalde.
—Yani senin tercihindi.
—Keşke başka türlü davransaymışım.
—O zaman sen, sen olmazdın ki. Başka biri olurdun. Senin hayat seyrin içinde sen tercihle­rini böyle yaptın. Bugünkü aklına varman için bu yolu izledin.
—Şimdi ne yapacağım peki?
—Tebrik ederim. Doğru soru bu işte: "Şimdi ne yapacağım?" Geçmişteki tercihlerine takıl­man anlamsız ve faydasız. Zamanı döndüremezsin ki. "Evet, hepsini ben yaptım. O günkü şart­lar onu gerektiriyordu" deyip, esas bundan sonra ne yapacağı­na bakmalısın.
Üstelik böyle geçmişte yaşa­yıp gereksiz hesaplaşma­lar yapmak, 'keşke...' diye diye efkârlanmak, esas düşünmen gerekeni ikinci plâna atı­yor. Yani "bugün ne yapman gerektiği" konusunu.
Oysa bundan sonrası senin elinde. Ve "bugünkü aklın" da sende. Meydan senin.
—Ama...
—Yoksa bugünkü aklın, "Kendine acı. Hayata küs. Ömrünü şikâyet ederek geçir..." mi diyor?

Psikiyatrist Mehmet Tüzün 

8 Ocak 2014 Çarşamba

DENİZ DEVRİYELERİ

Dünyanın en çalışkan temizlik işçisidir köpek balığı. Ne yoru­lur, ne durur, ne dinlenir. Köpek balıklarını birer canavar olarak görmekle haksızlık ederiz. Çünkü iki yüzden fazla türü bulunan köpek balıklarının pek azı insana zarar verir.
Onların asıl görevi ise, denizleri cenaze­lerden temizlemektir. Türlerine göre, deni­zin çeşitli derinliklerini paylaşmışlardır.
Denize bir damla kan düşmeye görsün. Kilometrelerce uzaklardaki köpek balıkları­na sinyal hemen ulaşıverir:
"Gel, bu cesedi ortadan kaldır" diye.
En küçük bir kokuyu ve titreşimi sezer­ler. Yönünü tayin ederler. Ve saatte yetmiş kilometreye kadar varan hızlarla oraya ulaşırlar.
Kimse nereden geldiklerini anlayamaz. Öylesine ani şekilde, her taraftan birden belirt verirler. Sanki yoktan ortaya çıkmış­lardır.
Birkaç dakika içinde cesetten en küçük bir iz kalmaz. Deniz, kirlenmeye bile fırsat bulamaz.
Köpek balığına uyumak ve dinlenmek haram edilmiştir. Çünkü hava keseleri yok­tur. Bir an duracak olsa nefes alamaz, dibe çöker, boğulur. Çünkü köpek balığı, hiç durmaksızın, günde 24 saat devriye vazifesi görecek bir temizlik bekçisi olarak yaratılmıştır.
Her gün, her saat, sayısız canlılar ölür denizlerde. Ama denizler yine temiz, yine temizdir. Çünkü devriyeler emir altında ve görev başındadır.
Eğer bugün engin denizlerden söz edin­ce akla temizlik ve berraklık geliyorsa, bunda, hareketsiz bir an geçirmeleri bile kendilerine yasaklanmış bulunan bu yorul­maz devriyelerin de bir payı bulunduğunu unutmamalıyız.

Ümit Şimşek
Zafer Dergisi Ağustos 2012