31 Mart 2010 Çarşamba

Bol Malzemeli Top Kek


Malzemeler:
1 yumurta,
1 Çay bardağı(büyük boy) toz şeker
1 Çay bardağı(büyük boy) süt,
1 Çay bardağı(büyük boy) sıvı yağ,
Aldığı kadar un,
Vanilya Kabrtma tozu,
Kuru üzüm(10 dk kadar ıslatılıp süzülür),
Damla çikolata,

Kuru kayısıda çok güzel oluyor.Fındık,ceviz,birde attarlardan temin edebilirsiniz meyve şekerlemeleri çok yakışıyor içine....

Yapılışı:
Yumurta,şeker,sıvıyağ ve sütü genişce bir kaba koyalım.Tahta kaşık yardımı ile hepsini karıştırıp birbirine yedirelim.Kabartma tozu ,vanilya ve unu ekleyelim.iyice karıştıralım.İçine çikolata,üzüm ve başka ne koymak istersek ekliyoruz.iyice karıştırıyoruz.El ve kaşık yardımı ile birkaç dk da hazır oluyor.Yumurtayı iyice çırpamayada gerek kalmıyor.

Hazırladığımız hamurumuzu kaşıkla kalıplarımızın yarısına kadar dolduralım.(metal kalıp ve kağıt kalıplardan kullandım)Fırınımızın ayarını170 dereceye ayarlayıp.tepsi içindeki küçük kalıplarımızı fırına verelim.Özellikle çocukların bayılarak tükettikleri vitaminli bir kek....

Afiyet şifa olsun.

30 Mart 2010 Salı

Ödev Yapmayan Çocuk




Çocukların ödeve soğuk bakmaları ve ödev yapmak istememelerinde ailelerin ve öğretmenlerin bazı yanlış tutumlarının etkisi olabilir. Bu kitabın temel konusu aile içi ilişkiler olmakla birlikte bu konuda öğretmen davranışlarıyla ilgili birkaç saptama yapmak da faydalı olacaktır. En azından anne babaların dikkatleri bu konuya çekilirse çocuklarının öğretmenleriyle eşgüdüm halinde ödev yapmama sorununa çare bulabilirler.

Ödev çocuk için bir korku nesnesi haline geldiyse çocuk ödevden de okuldan da soğur. Okul günleri aklına geldikçe bile irkilir, o günleri nefretle ve soğuk duygularla hatırlar. Böyle durumlarda çocuğun öğrenmesi de zaten kalıcı olmaz. Ödevi böylesi bir korku aracı haline getirmeme konusunda anne babalar kadar öğretmenler de duyarlı olmalıdır. Verilen ödevler bütünleştirici, konunun anlamına yardımcı, çocuğu sıkmadan merak uyandıracak mahiyette az ama öz olursa çocuk için daha faydalı olacaktır.

Çok başarılı bir öğretmen emekli olurken genç bir meslektaşı kendisine başarısını neye borçlu olduğunu sormuş, başarılı öğretmen şöyle cevap vermişti: "Öğrencinin başarılı olabilmesi için dersi sevmesi, dersi sevebilmesi için öğretmeni sevmesi, öğretmeni sevebilmesi için de öğretmenin öğrenciyi sevmesi gerekir. Öğrenciyi seversen ona öğretmek daha kolay olur."

Gerçekten de sevginin çocukları etkileyici bir gücü vardır. Bu gücü kullanabilmek için öğrenciye değer vermek gerekir. Öğrenciyi azarlayan, aşağılayan, hata yaptığı zaman yerin dibine batıran, arkadaşları arasında küçük düşüren öğretmen modeli bu çağın modeli değildir. Ne yazık ki hâlâ öğrencileri aşağılayan, kaba kuvvet uygulayan öğretmenlere rastlayabiliyoruz. Halbuki çocukta korku duygusu yerine sevgi duygusunu harekete geçirerek öğretmek çok daha kolaydır. Öğretmen öğrenciye sevgiyle yaklaştığı zaman çocuğun beyni öğrenmeyle ilgili bir mutluluk kimyasalı salgılar ve öğrenme kalıcı hale gelir.

Ailelerin yaptıkları eğitim hatalarından ilki ise çocuk okuldan gelir gelmez onu dersin başına oturmaya zorlamaktır. Dinlenmesi için hiç fırsat vermeden, hemen ödevini yapmaya zorlamak çocuğun ödeve karşı antipati duymasına, kötü duygular beslemesine neden olur. Bazı anneler sanki çocuk ödevi olduğunu, ders çalışması gerektiğini düşünemeyecekmiş gibi masanın başına oturtana kadar çocuğa sürekli çalışması gerektiğini hatırlatırlar. Çocuk hiç dinlenmeden ödeve başlatılırsa ödevden de oyundan bir tat alamaz. Halbuki çocuk okuldan geldikten sonra belli bir süre serbest bırakılsa, rahat bir nefes alsa daha verimli bir çalışma yapacaktır.

Sürekli ders çalışmasını hatırlatan bir anne varsa, çocuk onu gördüğü zaman sadece ders çalışma zorunluluğunu hatırlar, başka bir şey hatırlamaz. Anneyle çocuğun ilişkisi bozulursa, düzeltmek zor olur; oysa dersteki zayıflık bir şekilde telafi edilir. Onun için anneyle olan ilişkiyi bozmadan ders çalışmayı zevkli hale getirmek gerekir. Aynı şekilde öğretmenle öğrencinin ilişkisi de bozulmadan gidebilmelidir.

Çocuğun hayatının programlı olması gerekir. Okuldan sonra belli bir süreyi oyun ve dinlenme ile geçirmeli, ardından ders çalışmalıdır. Aileler de bu saatleri belirleyip çocuğun buna riayet etmesini sağlamalıdır.

Çocuk ders çalışırken ödevin konusunun yanı sıra hayatı, ders çalışma metodunu, disiplinli olmayı, zorluklara dayanmayı öğrenmelidir. Çocuğa güven duygusunun eşlik ettiği bir sorumluluk duygusu kazandırmak gerekir. Aksi halde sadece itaati öğrenir. Halbuki çocuk bireysel yaratıcılık, sorun çözme, insanlarla iletişim kurabilme gibi beceriler kazanmalı, sadece kurallara uyan, otoriteye itaat eden bir insan yetişmemelidir. Ancak özgür düşünen, farklı olabilen, sorgulayan, yeteneklerini geliştirebilen çocukların yetiştiği bir toplum gelişebilir. O nedenle ödev salt bir bilgi yığını değil hayat becerisi öğretebilmelidir.

Yapılan hatalardan birisi de ailelerin çok yüksek motivasyonlu olmaları ve çocuğa devamlı çok başarılı olmasını beklediklerini hissettirmeleridir. Ailedeki yüksek beklenti düzeyine ulaşamayan çocuk ne yaparsa yapsın ailesini memnun edemez. Bu nedenle "Nasıl olsa ben annemi ve babamı memnun edemeyeceğim" deyip yenilgiyi baştan kabul eder hiç çalışmamaya başlar. Aslında yeterince zeki olan çocuk, "yapamam, başaramam" duygusuna yenildiği için başarısız olur.

Hem öğretmen hem de aile hep olumsuza; çocuğun hatalarına, kusurlarına odaklanırsa çocuğun kendine güveni zayıflar, çalışma şevki kırılır. Sık sık verdiğimiz bir örnek vardır: Diyelim ki çocuk karne getirdi. Notlarının yedi tanesi iyi, üç tanesi zayıf. Çoğu ailenin yaklaşımı neden üç tane zayıf olduğunu sorgulamak şeklinde olur. Aileler bunu iyi niyetle, çocuğun daha başarılı olmasını istedikleri için yapıyorlar fakat farkında olmadan çocuğu ders çalışmaktan soğutuyorlar. Oysa "Bak, şu dersler pekiyi, bunları çok güzel başarmışsın. Hadi beraber bu üç zayıfı nasıl düzelteceğimizi düşünelim ve bir çözüm bulalım" denirse çocuk "Annemle babam benim olumlu yönlerimi de görebiliyor" der ve dikkatini zayıfları düzeltmeye verir, başarabileceğine inanır ve çözüm üretir.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Visalyolcusu'ndan Alıntıdır

Le Trio Joubran - Masar



Hoş bir parça....

yuucel_19

29 Mart 2010 Pazartesi

Kalemun


Bugün Yusufla bir hayli eğlendik, genellikle her akşam öyle oluyor gerçi de...
Her nedense bu Yusufa yeterli gelmiyor, hep oynamak ve bizimle zaman geçirmek istiyor.
Bu akşam bir resim yapmış, bu resim kurbağa resmiymiş, önde iki gözü, sonra uzayıp giden ve sinekleri yutan bir boğaz kısmı, sonrasında istediği rengi almasını sağlayan yer ve sonrasında kuyruğu... Annesi bu daha çok bukalemuna benziyor diyor. Yusufta bu kalemun kurbağaydı zaten diyo... Adı kalemun kurbağa kalıyor. Benim kitap arasına koyduğum kağıtlardan birinin yerine koymayı teklif ediyor ve kullanım şeklini izah etmeye başlıyor.
- kalemunu okurken böle kafası kitabın dışında kalacak şekilde koyacaksın. Okuman bittiğinde nerede kaldığını anlayabilmen için de içine koyacaksın. İşte bunun kullanımı böle oluyor. Tamam mı...
Biz kopuyoruz...
Bu tip konuşmalar sıkça oluyor, bilmiş ve sevimli...
Ayrıca birde güzel davranış ağacımız var yapımını yeni bitirdiğimiz. Elmaları ise güzel hareketleri yaptıkça boyanarak olgunlaşıyor. Her güzel harekette elmaları az az boyuyor Yusuf. Elmalara da ismini Yusuf veriyor, kendince...
1.Kardeşine iyi davranma...
2.Yemeğini güzel yeme...
3.Tırnak yememe...
4.Dişlerini fırçalama...
.
.
.
böle sıralanarak gidiyor...
Elmaların genel adı ise Yusufçuk elması...

Kendi ağacındaki güzel hareketleri de kendisi belirliyor... Birde poz vermeyi başarabilse türlü hareketlerle ve şekilden şekile girerek yakalayabildiğimiz bir poz...
Unutmadan resimde yusufun parmaklarının altında balonlar var... Onlar ağacın dallarına takılı kalmışlar... :)
Başkaları işlerini nasıl yürütüyor bilmiyorum da bizim köyde işler bu şekilde...
owner

beni güzel hatırla


beni güzel hatırla bunlar son satırlar....
farzet ki bir rüzgardım esip geçtim hayatından
ya da bir yağmur sel oldum sokağında
sonra toprak çekti suyu...
kaybolup gittim belki de bir rüya idim senin için..
uyandın ve ben bittim....

beni güzel hatırla
çünkü sevdim seni ben, her şeyini....
sana sırdaş oldum dost oldum, koynumda ağladın ..
yüzüne vurmadım hiç bir eksikliğini, beni uzdun, kınamadım
alışıktım vefasızlığa, el oldun, aldırmadım.. .

beni güzel hatırla
sayfalarca mektup bıraktım sana...
şiirler yazdım her gece çoğunu okutmadım..
sakladım günahını sevabını içimde
sessizce gittim...
senden öncekiler gibi sen de anlamadın...

beni güzel hatırla
sana unutulmaz geceler bıraktım
sana en yorgun sabahlar...
gülüşümü, gözlerimi sonra sesimi bıraktım
en güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka....
söylenmemiş merhabalar sakladım her köşeye
vedalar bıraktım duraklarda.. .
ne ararsan bir sevdanın içinde
fazlasıyla bıraktım ardımda....

beni güzel hatırla
dizlerimde uyuduğunu düşün
saçını okşadığımı üşüyen ellerini işittiğimi
mutlu olduğun anları getir gözünün önüne
alnından öptüğüm dakikaları..
birazdan kapını çalan kişi olabileceğimi düşün
şaşırtmayı severim biliyorsun
bu da sana son sürprizim olsun
simdi seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum
beni güzel hatırla
gidiyorum..
Alıntı

BİR İSTANBUL SABAHI


Hava serin... Ve sessiz, sakin... Bir ihtiyar camiden çıkıyor elinde baston... İstanbul saçlarını tarıyor herkes uyurken, yeni bir gün için... Orada bir çöpçü, sonbahar yapraklarını süpürüyor... İşçi vapurunun manevrası köpürtüyor Kadıköy’ü... . . . Bir adam dikiliyor, iskelenin önünde, gazete bayiinin yanında, elinde simit... Martılar çığlık çığlık “merhaba” diyor sabaha... Çalar saatlerin sesi, çay kaşıklarına karışıyor... Gece uykunun kolundan çekiştiriyor şehri terketmek için... Bir gün daha biniyor sırtına yorgun İstanbul’un... ... Yedi otuz işçilerin... Sekiz otuz şeflerin... Dokuz otuz müdürlerin saati... Ve saat on sularında lüks arabaların arka sağ kapıları açılıyor... . . . Zil çalıyor sonra ikinci teneffüs için... Bahçeye dökülen curcunanın ses dalgaları sokak sokak yayılıyor... Bahçeye İstanbul?un yarınları çıkıyor... Kornalar caddelerde, işportacılar meydanlarda, tren sesi, vapur sesi... Bir ihtiyar abdest alıyor vakit varken.... Yeni Cami’nin şadırvanında... Güvercinler seyrediyor... . . . Çamlıca’da bir delikanlı, sevdalı... Boğaz rüzgârı okşuyor, içindeki yangını... Kalbinin sesi İstanbul’u sallıyor... İstanbul’da aşk, İstanbul gibi oluyor... . . . Vakit öğlene sarıyor... Müezzin minarenin merdivenlerinde... Günün ilk cenazesi konuyor musalla taşına... Günün kimbilir kaçıncı bebeği doğuyor bir yerlerde... İstanbul “fatiha” okuyor... İstanbul “nazarlık” takıyor...
Murat Başaran

25 Mart 2010 Perşembe

AYET-HADİS-DUA-VECİZE







RESİMLİ YAZILAR

OBUR KAPLUMBAĞA


Bir varmış, bir yokmuş, Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Allah'ın yarattıkları buğday tanesinden çokmuş, Kimi kavak gibi uzun, kimi kabak gibi tombulmuş, Kimi yürürken tıs tıs eder, kimi kuş gibi uçarmış. Yeşil mi yeşil, güzel mi güzel bir orman içinde iki arkadaş kaplumbağa yaşarmış. Birinin adı Meyşa diğerininki ise Tişni imiş. Meyşa ile Tişni çok iyi arkadaşmış.
Meyşa hareketli, yardımsever, çalışkan, dost canlısı bir kaplumbağaymış. Tişni ise tembel, dünyayı umursamayan, herkesten uzak durmayı seven bir kaplumbağaymış. Tek arkadaşı Meyşa imiş. Meyşa ve Tişni her akşam aynı ağacın altında buluşurlarmış.
Meyşa her gün uzun uzun yürür, yolda gördüğü hayvanlarla tanışır, arkadaş olurmuş. Tişni'ninse her gün yaptığı tekşey bol bol yemek yemek ve uyumakmış. Meyşa, Tişni'ye devamlı olarak;
- Haydi Tişni sen de biraz gez, hareket et, çok şişmanladın, dermiş. Tişni ise;
- Biz kaplumbağalar zaten yavaş hayvanlarız; bizim hareketimizden ne olacak, diyerek yatarmış. Sürekli yemek yediğinden çok obur bir kaplumbağa olup çıkmış. Bulduğu her otu yiyormuş. Meyşa ona;
- Her otu yeme zehirlenirsin, dermiş ama o bildiğinden hiç şaşmaz, kimsenin sözüne kulak asmazmış.
Bir gün Meyşa, Tişni'yi ormanda gezmeye ikna etmiş. Birkaç adım gidince Tişni "Yoruldum!" diye şikâyet etmiş.
Dinlenmek için bir yerde durmuşlar. Sürekli boğazını düşünen Tişni, yiyecek bulmak için etrafa bakmaya başlamış, paha önce görmediği kırmızı meyveli bir sarmaşık görmüş. Yemek için meyvelere doğru ilerlemiş. Meyşa;
- Hayır Tişni onları yememeliyiz. Ne olduğunu bilmiyoruz, zararlı olabilirler, demiş.
- Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel görünüyor, gel sen de ye, demiş Tişni.
Meyşa yememesi için çok yalvardıysa da Tişni'yi vazge-çirememiş. Tişni hem yiyor hem de Meyşa'yı;
- Gel gel, sen de ye çok lezzetli, diye çağırıyormuş.
Tişni tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Daha yeni uykuya dalmış ki dayanılmaz bir karın ağrısıyla uyanmış.
Meyşa, arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Tişni karın ağrısıyla kıvranıyormuş. Meyşa ne yapacağını şaşırmış. Aklına arkadaşı geyiği çağırmak gelmiş. Geyik hastalıklardan anlarmış. Koşa koşa geyiğin yanına gitmiş. Tişni'nin başına gelenleri ona anlatmış. Geyik şifalı otlardan bir ilâç hazırlamış. Tişni'ye bunu içirmiş.
Tişni o günden sonra bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememiş. Meyşa ile birlikte her gün ormanda uzun yürüyüşler yapmış. Meyşa artık onun çok yemesine de engel oluyormuş. Tişni şişmanlıktan kurtulmuş, sağlıklı bir kaplumbağa olmuş. İki arkadaş ormanda uzun yıllar yaşamışlar.
Sema Maraşlı - Bana Bir Masal Anlat

DALKAVUĞUNU BULMAK


Eski konakların kadrolu dalkavukları olduğu bilinir. Bunlar, efendilerinin sıkıntılı anlarında onların her dediğini tasdik etmekle birlikte, yeri gelince sözünü dudaktan esirgemeyen; bazen de neşeli hikâyeler ve nüktelerle onları eğlendirip rahatlatarak devlet nizamına katkıda bulunan, soytarı tipli insanlardır. Dalkavukluk deyip geçmeyiniz. Bu öyle her babayiğidin harcı da değildir ve her birerleri imtihanla işe alınırlar.
İşte hikâye:
Vaktiyle yüksek rütbeli zatlardan biri kendisine bir dalkavuk edinmek isteyip tellâl çığırtmış. Belirtilen gün ve saatte kapıda bazı dalkavuklar toplanmışlar. Sırayla imtihan odasına alınmaya başlamışlar. Efendi, ilk geleni şöyle bir süzmüş ve sormuş:
— Sen dalkavuk musun?
— Evet efendim, ben dalkavuğum.
— Amma hiç de dalkavuğa benzemiyorsun.
— Nasıl benzemem efendim. Filân paşanın yanında beş sene; falan vezirin kapısında üç sene hizmet ettim.
Efendi ona yol vermiş ve diğer adayı içeri almışlar. Ona da sormuş:
— Sen dalkavuk musun?
Aynı cevaplar ve aynı konuşmalar... Böyle birkaç aday sınandıktan sonra içeriye birisi girmiş. Soru aynı:
— Sen dalkavuk musun?
— Evet, efendi hazretleri; bendeniz dalkavuğum.
— Amma sen öyle pek dalkavuğa benzemiyorsun.
— Hakk-ı âliniz var efendim; pek öyle dalkavuğa benzemem.
— Fakat sanki biraz da dalkavuğa benziyorsun.
— Evet biraz da benzerim efendim. Efendi dışarıya haber salmış:
— Ben dalkavuğumu buldum, diğerleri dağılıp gidebilirler. Binlerce esef ki eskiden bir büyüğün bir dalkavuğu olurken şimdi her büyüğün yüzlerce dalkavuğu var. Dahası, eski dalkavuklar bazen öyle hakikatli sözler ederlermiş ki bu sözler meclise bir bomba gibi düşüp herkesi kendine getirirmiş. Yine eseftir ki şimdilerde insanlar, bir dalkavuk tutmak yerine çevrelerindeki herkesten dalkavukluk bekliyorlar. Doğrusu bu manzaraya bakınca insan, "Nerede o eski dalkavuklar!" diye iç geçiriyor.
İskender Pala - İki Dirhem Bir Çekirdek

23 Mart 2010 Salı

Hamza ve Yusufca Her Telden Etkinliklerimiz

Uzun süredir resimleyipte sizlerle paylaşamadığımız resimlerden şöyle bir kaçını topluca eklemek istedim.

İlk resmimiz eşimin 2 haftada işten fırsat buldukça büyük kartonlardan hazırladığı.oyun evimiz....Biz içine giremesekte ebat olarak yavrucaklara uygun çokta şirin bir ev oldu.açıkcası eşim çok sabırlı ve oğulları ile zaman geçirmeyi çok seviyor.bu evin yapımında kesme,yapıştırma,dikme.el becerisini konuşturdu eşim :))
İşte ortaya bu minik ev çıktı....

Bu resimde ise evde oyunkeyfi yapan hevesli heyecanlı 2 küçük yaramazımız var.....çok mutlular.akşam boyu evde oynadılar.didişmeler ağlamalarıda saymazsak iyi bir akşam geçirdiler :)) hele hamza bir bakıyoruz ortalıkta yok seside çıkmıyor eve girmiş oturmuş.normalde muziplik durumlarında olur bu olay.ses çıkmaz hamza yoktur piyasalarda.iş başında yakalanıverir :))

Pür Dikkat Hamur ustası yusuf.....Ordakide benim gül çalışmam...şahsen özellikle kırmızı ve gonca olanlarını çok severim de....Burdan ilgililere duyurulur :))

Oyun hamuru çalışmalarımızdan bir tanesi yusufunn salyangoz ailesi diye yapmış olduğu muhteşem çalışma....en sonda ki pembe minik ise kız salyangoz muş.bizim evde nüfus olarak az olan bir cinsiyet....

Bu resimdeki ise yine yusufun halka şekeri imiş.Hayal gücü ne kadar kuvvetli oluyor çocuklarımızın.Bazen hayret lerle izliyorum.Ayrıca önceki akşam hikaye okudum oğluma.en sonunda etkinlikler var.Maymun gibi sıçra, ağaçtan muz topla,güneşte yat,yılan gibi sürün,tavşan gibi git komutları vardı.ben okuyorum yusuf aynısı gibi yapıyor.sanki gerçek maymun gerçekten tavşan...İzliyorlar gözlemliyorlar ve akıllarına kazıyorlar....

Buda yine benim muzip bakışlı çok bilmiş oğlum.Çiçek yapıyormuş.gülümse oğlum diyorum işte bu güzel resim çıkıyor ortaya....

Evettt arkadaşlar bu resmimizde Bizim ev usulü buzlu dondurmalarımız....meyve suyunu ve dondurmayı çok seven oğlumuz için denedik yaptık.

sıktığımız meyve sularını( küçük tüplerdeki çikolataların kablarından temin ettik) içlerine doldurduk.Buzluğa kaldırıp 10 dk kadar beklettik.sonra kabımızı buzluktan çıkardık...yine daha önce yediğimiz dondurma çubuklarımızı batırdık.Doğru buzluğa....donana kadar bekletiyoruz.Ve dondurmacılar tarafından afiyetle yeniliyor :)

Son resmimizde ise gittiğimiz ince su gezimizde Kumların ve çakıl taşlarının muhteşem görüntüsü....yerdeki bu görüntüyü çekip herkesle paylaşmaya değmez mi :))


ŞİMDİLİK BİTTTİİİİİ

YUUCEL_19 :))

22 Mart 2010 Pazartesi

Suyun Faydaları



Memorial Hastanesi Dahiliye Bölümü’nden Uz. Dr. Selahattin Türen, 22 Mart Dünya Su Günü öncesinde, ‘Su tüketiminin faydaları’ hakkında bilgi verdi.

Az su içenlerde yorgunluk, dikkat güçlüğü ve hafıza bozukluklukları görülebilir

Sağlıklı yetişkin bir erkekte vücut ağırlığının %60’ını, kadında %50’ sini su oluşturur. Bu oranlar yenidoğan bir bebekte %70- 75 iken yaşla birlikte azalır. İnsan beyninin %95’i ve akciğerlerin %90’ını su oluşturur. Vücuttaki bütün sistemler, organlar ve hücreler yeterli su olmadan fonksiyonlarını sürdüremezler. Hücre içinde gerçekleşen bütün hayati metabolik olaylar ancak hücre içinde su yeterli ise gerçekleşebilmektedir.

Vücut sıvısının %2 gibi küçük bir oranda azalması bile hafif yorgunluk, yakın hafizada hafif bozulma, dikkati toplamada ve yapılan işe odaklanmakta güçlüklere neden olur. Vücut sıvısının azalmasına basitçe “dehidratasyon” denir. Gün boyu devam eden hafif yorgunluğun en sık nedenlerinden biri de hafif dehidaratasyondur.

Su neden yaşamın kaynağı?

• Vücutta taşıyıcı göreve sahip olan su, hücrelere besin ve oksijen taşır, atıkları uzaklaştırır.
• Böbreklerin toksik maddelerden temizlenmesine yardımcı olur.
• Kan ve lenf sisteminin büyük bir kısmını oluşturur.
• Vücut sıcaklığının düzenlenmesinde rol alır.
• Kan basıncını kontrol eden elektrolitlerin dengelenmesine ve taşınmasına yardımcı olur.
• Sıcak havalarda vücudu serin tutar ve soğuk havalarda vücut izolasyonu sağlar.
• Yeteri kadar tüketildiğinde, cildin daha düzgün, daha yumuşak, daha parlak ve daha esnek olmasını sağlar.
• Tükürük ve mide salgısında bulunarak, besinlerin sindirilmesinde görev alır.
• Su, emziren kadınlarda, süt üretimini artırır.
• Bağışıklık sisteminin görevini yapabilmesi için su gerekmektedir. Bu özelliği ile zinde ve dinç kalmada yardımcı olur.
• Eklemlerin kayganlığını sağlar.
• Su tüketimi azaldıkça, vücutta depolanan yağ miktarı artmaya başlar ve kilo alımı gerçekleşir.
• İçme suyu veya doğal kaynak sularının birçoğu bölgeden bölgeye degişmekle birlikte; bazı minarelleri içerir. Vücudumuz için gerekli olan minarellerin bir kısmını içtiğimiz sulardan elde ederiz. Bunlar içinde kalsiyum, magnezyum ve sodyum daha fazla miktarda olanlardır. Flor, iyot ve diğer eser elementlerin de bir kısmını içtiğimiz sulardan sağlarız.

Su tüketim miktarı çevresel ve kişisel şartlara göre değişir

Su tüketiminin sağlığımız için çok önemli olduğu yıllardır anlatılır. Peki günlük su tüketimi ne kadar olmalıdır? Bu konuda uzmanların farklı görüşleri olsa da çoğunlukla ortalama günlük su tüketiminin 2-2.5 litre olmasi tavsiye edilir. Bunu 8x8 yani gunde 8 defa 8 onz (250 ml veya bir su bardagı) su içilmesi şeklinde de duymuş ve okumuş olabilirsiniz. Bu miktarlar ortalama miktarlardır. İdeal olan ise su ihtiyacının kişinin durumuna ve mevcut hastalıklarına, hava sıcakliğına ve aktivite duzeyine gore ayarlanmasidir.

16 Mart 2010 Salı

ACELE ET



Islanmak istiyorsa çatlamış saçların
Bahar kokulu toprağın yüreği gibi
Yağmur sonsuza dek yağmayacak
Acele et

Aç göğsünü ufuklara simdi durmadan kalbin
Acele et

Yıldızların arasından senin yıldızını göreceğiz
Ve senin çiçeğini çiçeklerin arasından
Bir defa koparacaklar
Bir defa kopacak son fırtına
Bir tane sen, bir defa sen, bir defa son

Bir daha simdi olmayacak
Bu şarkıyı bir daha duyamayacaksın rüzgarın kucağında
Bu dans, ağaçların dansı bitecek Güneş batmadan
Bir defa doğacaksın
Ve bugünkü Güneş bir defa doğacak
Bakınca ruhunla bak gözlerine kadının
Acele et batıyor Güneş

Bugünün cenazesini kaldırmadan dün geceki gibi
Hücrelerinle kokla tabiatı, bir daha dokunamayacaksın
Bir daha kapanmayacak gözlerin, hücrelerinle uyu
Bu elmayı santim santim ye, tüm yapraklarını öp çiçeğin
Acele et kervan göçüyor

Bitmez sandığın yolun yarısına bir çırpıda geldiğin gibi
Bir çırpıda son çırpınış, son defa son dalga gelecek
Okyanusun karnına göçtüğün zaman acele etme
Sonsuzluğa yetecek vaktin olacak
MUHAMMED BOZDAG

11 Mart 2010 Perşembe

AYET-HADİS-DUA-VECİZE




RESİMLİ YAZILAR

DÜNYA HAYATI



Abdullah İbni Mesut'tan rivayet edildiğine göre, Rasulullah (SAV) bir hasır üzerine yatmıştı. Kalkınca, yan tarafında hasırın iz bıraktığı görüldü. Kendisine:
Ya Rasulallah sana bir şey (yani bir yumuşak yatak) alsak, dedik. Rasulullah (SAV):
- Benim dünya ile ne alakam var. Ben dünyada ancak bir ağaç altında gölgelenmiş, sonra ağacı bırakarak kalkıp gitmiş olan bir binici (yolcu) gibiyim “ buyurdu. (Tâc:5/177)
Evet, insan burada misafir ve yolcudur ve ebedi yolda kendisine lazım olacak eşyayı ve erzakı buradan temin etmekle mükelleftir.
Misafir ev sahibinin işine karışmaz...
O misafirhaneye kendi evi gibi sahip çıkmaz, tahakkümde bulunmaz.
Yapılan ikram ve muameleleri tenkit etmez, nankörlük etmez, inkâr etmez.
Hasılı; misafir olan kimse, beraberinde getirmediği ve kendisi ile birlikte götüremeyeceği şeylere âlaka duyup kalbini bağlamaz, gönlünü kaptırmaz.
Rasulullah (SAV), bir gün İbn-i Ömer’in omzundan tuttu ve şöyle dedi:
“Dünyada sanki gurbette imişsin gibi, veyahut bir yolcu gibi ol ve kendini kabirde yatanlar arasında say.” İbn-i Ömer (ra) da öyle yapar, hem de şu tavsiyelerde bulunurdu:
“ Geceye gireceğin vakit sabahı bekleme. Sabaha çıktığın vakitte geceyi bekleme. Ve sıhhatinden hastalığın için, hayatından da ölümün için bir şey yapıp hazırlama fırsatını kaçırma.”
Evet, bizim halimiz şudur:
“Ana rahminden geldik pazara
Bir kefen alıp döndük mezara.”
Gerçekten dünya hayatı, âhret hayatının yanında geçici ve değersizdir.
Alıntı

10 Mart 2010 Çarşamba

KAYIP İLANI


Yaşlı Adam, karakolun üç-beş basamaklık merdivenini birkaç kez dinlenerek çıktıktan sonra, ilk gördüğü memura yanaşarak:
— Kayıp ilânı vermek istiyorum evlâdım, dedi. Ne yapmam gerekiyor? Polis memuru, her günkü raporlardan birini yazıyordu. Antika bir daktiloyu takırdatıp dururken:

— Hallederiz bey amca, dedi. Herhalde torun kayboldu değil mi? Yaşlı adam, dudakları titrerken:
— Annemi on yıldan beri görmedim, dedi. Babamı da belki en az yirmi yıl... Polis, yazmayı bırakıp adama döndü. Bu iş elbette ki normal değildi. İhtiyarın, susuzluktan çatlamış bir toprağı andıran ve bembeyaz sakallarla çevrelenen yüzü, en az seksen yaşında olduğuna delildi. Bu yüzden de elbette ki bunamış, anne ve babasının öldüğünü unutmuştu. Yaşlı adam, yanındaki pencereden bakarken, parkın orta yerindeki ıhlamuru gösterip:

— En vefalı dostum bu ağaç, dedi. Aynı yaşta olmalıyız herhalde. Ne zaman dışarı çıksam gölgesinde dinlendim, kokusunu doya doya çektim içime. Ama o da benim gibi kuruyor şimdi.

— Peki!.. diye lâfını kesti polis. Yakınlarınız yok mu? Dostunuz, akrabanız?

—Yakınlarım, şimdi çok uzaklarda, dedi adam. Dayım, amcam, teyzem, halam kim varsa orda. Eşim de öyle. Sadece iki çocuğum hayatta. Onlar da bu ihtiyardan bıktılar tabi.

Polis memuru, böyle tuhaf bir olaya ilk defa rastlıyordu. Herhalde en çıkar yol, bir ilân verir gibi görünüyor olmaktı. Zaten bu ihtiyarcık, karakoldan çıkar çıkmaz her şeyi unuturdu. Masadan bir kâğıt kalem alarak:

— Peki dedecim, dedi. Sen ne istiyorsan öyle yapalım. “Annem ve babam kayboldu” yazıyoruz değil mi? Yaşlı adam, küçük bir çocuk gibi hıçkırırken:

— Yok be evlâdım!.. dedi. Kaybolan benim. Annem ve babam bu ilânı görürlerse, belki beni alırlar yanlarına.
Cüneyd Suavi

5 Mart 2010 Cuma

Maske Yapımı







Maskeleri Boyut Yayın Grubunun Anaokulu Dergisi nden alıntıladık.
Çok güzel ve faydalı bir set imkanı olanların almasını tavsiye ederiz.
Ancak içerisindeki bazı metinler bence pek uygun değil. Cadı madı felan.
MASKE YAPIMI :
Yayımladığımız maskeleri bilgisayarınıza indiriniz.
Herhangi bir kelime işlemci programa A4 sayfasına resim ekleme metodu
ile dilerseniz bir dilerseniz iki maske ekleyiniz. Maskeleri
çocuklarınızın tercihine ve kafasına göre ayarlayınız. Dilerseniz renkli
fotokopi çeken yerlerden renkli, dilerseniz kendi yazıcınızdan özelliğine
göre renkli veya siyah beyaz çıkartınız. (Eğer sadece çizgileri olsun,
çocuğumuz boyasın biz onu onlara yapalım derseniz bunu bize yazınız yalnız
çizgili olan maskeleri ekleyelim blogumuza)

Daha sonra maskeleri yumuşak bir kartona yapıştırınız. Kenarlarını keserek
kullanıma hazır hale getiriniz. Paket lastiği kullanarak her iki yanından
bağlayınız. İşte maskeniz hazır. Hem çocuğunuzla güzel vakit geçirmiş oldunuz,
hemde iş stresinden ve yoğunluğundan uzaklaştınız... Ne kadar güzel değil mi?

En azından bence öle...

Çocuklarımızın gözlerindeki ışık neyle ölçülebilir ki...

Owner

Ayet-Hadis-Dua-Vecize







4 Mart 2010 Perşembe

YUSUF VE HAMZA

Uzunca bir süredir Yusuf veya Hamza ile ilgili bişiler çiziktirmediğim aklıma geldi ve yazmak istedim. Bir kaç resmi bir arada vererek kolayına kaçmak işime geldi.
Yusuf tam bir uyku düşmanı, uyumamak için elinden ne geliyorsa yapıyor. Uykusu geldiği halde gözlerinin kapanmaması için elleriyle göz kapaklarını aralıyor. Türlü türlü bahaneler buluyor ama mantıklı bahaneler. Hopluyor, zıplıyor,türlü türlü hareketler yapıyor ama şımarıklık yapmıyor(muşşşş) öle bir çocuk işte... Yazın hebercisi olan güneş birazcık çıkıp havanın azıcık güneşli ve ılıman olduğu bir günde hep birlikte ilçe merkezinde bulunan parka gitmiştik, Yusuf çok sevinmişti. Bu sevincini hareketleri ile de yeteri kadar belli ediyordu. Pek tabi ki onun kadar kardeşide sevincini açığa vuruyordu.
Diğer bi özelliğide gezmeyi seviyor olması, kim sevmez ki değişik yerleri gezip görmeyi, haklı tabi çocuk, bir kış boyu evde kalmış o kadarda gezmesin mi? Ayrıca gezdiği yerlerdeki pislikleri ve kirleride elinden geldiğince temizliyor oğlumuz. Temizlik İmandandır demiş peygamberimiz(sav) değil mi?... Ama heryerde süpürge bulabilir mi o tartışılır... Dünyaca ünlü İncesu Kanyonu bu yıl ki ilk durağımız...
Piknik alanlarının sürekli temiz kalması dileklerimizle...



Hamza ailemizin en yeni üyesi (kaç üyesi varsa?) Aslında biliyoruz ki farklı bir dünyadır her çocuk. Babababa diye bağırmasıyla, zoru görünce cingar çıkartmasıyla. Ağabeyinin her türlü baskısına ve çaktırmadan darplarına maruz kaldığında bile sıkışmayınca ses çıkarmayan, ufak tefek şaklabanlıklara büyük kahkahalar atan, telefonun kapsama alanından çıkamayan, hele de bilgisayar masasına çıkıp LCD ekranı parmaklayarak tuhaf sesler çıkaran çocuk Hamza... Kutu katili bir taraftanda. Ağabeyinin kendisi ile ortak kullandığı bir kaç oyuncak kutusunu büyük ustalıkla parçalayabilen, ekmeğin yeniş tarzını yeniden belirleyebilen, poz vermenin rajonunu baştan kesebilen bir çocuk...
Kendine has bakışı, mimikleri ve sırıtkanlığı ile ağabeyinin olduğu her yerde olmak istediğini her fırsatta belli ediyor. Ömrü hayırlı ve uzun olsun...


Yusuf ve Hamza her çocuk gibi salıncağa binmeyi çok seviyor...
Merak ediyorum acaba ağaca kurulan salıncaklarada böyle keyifle binerler mi?
Ne dersiniz?


Bu yıl biz pek fazla kış göremedik. Yusuf uzunca bir süre kar yağmıyor mu baba, dua ediyorum yağmıyor baba diye diye sonunda Allahın lutfuyla kar yağdı. Ama o kadar uzun süre kalmadı, bir gün kadar misafir oldu bize ve Allahtan o gün bizim kar düşkünleri sokağa çıkmışlardı. Kar az yağdığı için toplaması zor oluyordu ama her ne kadar zor olsada Yusuf ve Hamzayı yıldırmadı, onlar doyasıya eğlendiler. Hamza karla ilk kez tanıştı. Ağabeyinden cesurdu ilk karşılaşmasına göre. Ağabeyi ilk başlarda tedirginde olsa sonralarda alıştı ve şimdilerde bayılıyor kara, karda oynamaya, kardan adam yapmaya, kar topu oynamaya.
Ve yaz geliyor doya doya kış görmeden. Bu yıl karı pek görmedik. Darısı diğer kışa inş...
Şimdi içimden eski kışlar bölemiydi yaaa demek gelmedi değil...

PÜF NOKTASI


Vaktiyle testi ve çanak çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkân açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona:
— Sen, demiş, daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor.
Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamaz ve gidip bir dükkân açar. Açar açmasına da yeni dükkânında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlar. Kalfa, bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez. Nihayet ustasına gider ve durumu anlatır. Usta:
— Sana demedim mi evlâdım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır.
Bunun üzerine tezgâha bir miktar çamur koyar ve:
— Haydi, der, geç bakalım tezgâhın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim.
Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta, önünde dönen çanağa arada sırada "püf!" diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir. Böylece çırak da bu sanatın püf denilen noktasını öğrenmiş olur.
Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başlanır.
İskender Pala - İki Dirhem Bir Çekirdek

Onlar Her Zaman Kur'an'a Davet Ediyorlardı


O DİYARIN SAKİNLERİNİN rehberi olan Hz. Peygamber (s.a.v.) yetiştirdiği ashabına Kur'an-ı Kerimi muhatap kılmıştı. O diyarın sakinlerine "Kur'andan İslâma geçen nesil" desek yeri vardır. Kur'anın tamamına iman etmiş olan bu nesil, öyle bir seviyeye gelmişlerdi ki, Peygamberlerinin yüzlerine utançlarından dolayı fazla bakamazlardı. Başlarını kaşıyacak olsalar, Peygamberimizden bir şey duymuşlar veya ondan bir şey görmüşlerse ona göre kaşımak isterlerdi.
İşte böyle bir nesil için Yüce Resûlümüzün hassaten tavsiyede bulundukları bazı Kur'an sureleri üzerinde durarak, tavsiye edilen bu sureleri çok kısa olarak sizlere arzetmek istiyoruz.
O DİYARIN SAKİNLERİNE TAVSİYE EDİLEN SURELERDEN OLAN MÜLK SURESI
Peygamberimiz (s.a.v.) buyururlar : "Kur'anda otuz ayetten ibaret olan bir sure, bir ad ama şefaat etti. Neticede o adamın günahları bağışlandı. Bu sure "Mülk suresidir" . (Tirmizi)
Hz. Peygamberin ashabından biri, çadırını bir kabrin üzerine kurdu ve kendisi orasının kabir olduğunu zannetmiyordu. Birden Mülk suresini okuyan bir insan çıktı. Mülk suresini sonuna kadar okudu. Bunun üzerine o çadırı kuran adam, Hz. Peygambere gelerek: - "Ey Allah'ın Resûlü. Çadırımı kurdum ve orasının kabir olduğunu aklımdan geçirmiyordum. Birden orada Mülk suresini . okuyan bir insan belirdi ve bu sureyi sonuna okudu." Peygamberimiz buyurdular ki:
-"Bu sure, önleyici ve kurtarıcıdır. Onu kabir azabından kurtarır." (Tirmizi)
Sevgili Peygamberimizin Mülk suresini okumadan uyumadığı rivayetler arasındadır. (Tac)
Mülk suresi hakkındaki bir başka hadis, çok dikkat çekicidir:
İbn Abbas, adamın birine şöyle diyor : "Sana bir hadis müjdesi vereyim ki onunla sevinesin. O Tebareke suresidir. Tebareke (Mülk) suresini oku, onu ailene, bütün çocuklarına ve komşunun çocuklarına öğret. Çünkü o sure kurtaran ve tartışandır. Kıyamet günü Allah'ın huzurunda onu okuyan kişiyi müdafaa eder, tartışır ve okuyan kişinin Cehennem azabından kurtarılmasını ister. Peygamberimiz (s.a.v.) : Mülk suresinin ümmetimden her kişinin ezberinde olmasını isterdim, buyurur." (İbn Kesir Tefsiri. Mülk suresinin tefsiri kısını)
Tenbih: Mülk suresini sadece okumak veya ezberlemekle yetinmemeli, asıl olan onun taşıdığı manayı ve mesajı kavramalıdır.
Mülk suresi üzerinde dikkat çekici bir başka habere kulak veriyoruz : "Mülk suresi Yüce Rabbimizin huzuruna çıkar ve şöyle der : "Ey Rabbim. Falanca kulun kitabının arasından bana tutundu, beni öğrendi ve beni okudu. Ben onun içindeyken sen kendisini ateşe atar, yakar ve azaba düçar eder misin? Eğer bunu yapacaksan, beni kitabından sil at. Rabbimiz buyurur : - "Git. Ben onu bağışladım ve seni onun için şefaatçi kıldım."
İbn Abbas diyor ki: Resûlullah bu hadisi söyleyince küçük büyük, efendi köle herkes bu sureyi öğrendi ve Resûlullah bu sureye "kurtarıcı" adını verdi. (İbn Kesir Tefsiri. Mülk Suresi.)
Öyle bir ağız ki Mülk suresini okur, anlar ve anlatır. Öyle bir göğüs ki Mülk suresini içinde saklar. Üyle bir ayak ki Mülk suresiyle ayağa kalkar ve gerekeni yerine getirir. Ve öyle bir müslüman ki Mülk suresinin mesajını aldıktan sonra, onun için
0 Diyarın Sakinleri Allah uğrunda cihad etmeden rahat edemez.
Müslüman halkımızın ezberlediği ve bir türlü mana ve mesajını kavramak istemediği, sadece kabirlere mahkum edildiğini zannettiği bir başka sure ise Yasin suresidir.
Bir insanın kalbi ne ise, Yasin suresinin Kur'an'daki yeri odur.
"Her şeyin bir kalbi vardır ve Kur'anın kalbi de Yasin'dir. Her kim Yasin suresini okursa, Allah ona, bu sureyi okuması sebebiyle Kur'anı on kere okumuş kadar sevap yazar." (Tirmizi)
Tensih: Kelime-i Tevhidin kazanılması kelimeleri okumak değil, o kelimelerin ne manaya geldiğini kavramak ve inanmaktır. Kur'anımızı da aynen böyle okumalıyız. Okumak, anlamak ve yaşamak. Eğer biz müslümanlar sadece ve sadece namazlarımızda okuduğumuz kısa surelerin emrettiği bir hayata adım atsak yine üstün gelecek olan bizleriz. Namazlarımızda Rabbimize söz verir, namaz dışı hayatımızda Rabbimize karşı geliriz nedense.
Mesela, Fatiha suresinde de günde 40 defa "Bizi yahudileştirme, hıristiyanlaştırma" diye Rabbimize niyaz ederiz, namazdan çıktıktan sonra Yahudi ve Hristiyanın ortaya koyduğu hayatı hayat kabul ederiz. Eğer namaz kıları bir insan Fatihadaki isteğinde samimi olsaydı, A.T.'den, I.M.F'den medet ummayacaktı.
Eğer her yatsı sonu kıldığımız Vitir namazındaki Kunut dualarının şuurunda olsaydık, facirlerin, fasıkların peşinden gitmiyecektik. Her akşam Rabbimize Kunut duasında deriz ki : Ve netrukü menyefcürük : Fasıkları, facirleri terkederiz. Sabahleyin ise terkettiğimiz insanların sürdükleri lokomotife vagon oluruz: İşte gerek Mülk suresini ve gerekse Yasin suresini de sadece okumakla değil, ortaya- koyduğu hakikatlara kulak vererek, manasını çözerek, bizlere hangi sahada hangi kulluk görevi veriliyorsa onu anlayarak okumalıyız.
Bunu söylerkende Kur'an tilavetinin müstakil olarak sevapsız kalacağını demek istemiyoruz. Ölülerimize faydasının olmayacağını da iddia etmiyoruz. Gerek Ahmed bin Hanbelin Müsnedinde ve gerekse Beyhakînin Süneninde yer alan "Onu (Yasin Suresini) ölülerinize okuyun" hadisini de burada hatırlatmak istiyoruz.
Dudaklarımız ayetleri okurken, kalblerimizde onu idrak etsin, zihnimiz manalarını anlasın demek istiyoruz. Namaza duruyor ve sure okuyoruz. Dudaklarımız sure okumakla meşgul, aklımız, zihnimiz ise dünya ile meşgul. Zamlar geliyor, çekler ödenmiyor : Allahu Ekber. Senet protesto edildi, akaryakıta zam geldi, semiallahulimen hamideh. Oğlan büyüdü, kıza harçlık yetmiyor : Allahu ekber,
İşte manayı mesajı anlamadan, Kur'anla bütünleşmeden kılınan namazlarımızın kısaca kimliği maalesef böyledir. Şimdi düşünelim bu şekilde eda edilen namazlarımız bizi kötülüklerden men edebilir mi? Böyle kıldığımız namazlarımız, rüku ve secdelerimiz bizi fuhşiyattan uzaklaştırabilirler mi?
Düşünelim ve ibret alalım ey akıl sahibi müslüman kardeşlerim. 'Son olarak tavsiye edeceğimiz üçüncü sure ise Fatiha suresidir. Yani Kur'anımızın özeti olan fatiha suresi. Ne Tevrat'da, ne İncil'de, ne Zebur'da ne de Kur'anımızın (Diğer kısımlarında) bir benzeri indirilmemiş olan sure fatiha suresidir.
Bu sure öyle bir suredir ki hangi niyetle okunursa ona şifadır. Sihri bozmak için okunursa onu bozar ve sihre yakalanmış olanlara şifadır.
Yani fatiha suresinin ele almadığı bir mesele yoktur. Çünkü yukarıda da söylemiş olduğumuz gibi Fatiha suresi Kur'anımızın özetidir.
O DİYARIN SAKİNLERİ, Kur'an'dan İslâma geçen nesildir demiştik. Gözlerini Kur'ana açtılar, hayatlarını İslâm'a göre tanzim ettiler.
Akidelerimizin sağlam olmasını istiyorsak, Kur'an okuyalım.
İmanlarımızın kuvvetlenmesini istiyorsak, Kur'an okuyalım.
Yahudilerle olan savaşta başarılı olmak istiyorsak Kur'an okuyalım.
Tağutun velayetini reddetmek istiyorsak Kur'an okuyalım. Her türlü hastalıktan kurtulmak istiyorsak, Kur'an okuyalım.
İktisadi hayatımızda bolluğa erişmek istiyorsak Kur'an okuyalım. Ancak, Kur'anı, Peygamber ve ashabı nasıl okumuş ve nasıl anlamış ve nasıl yaşamışsa, öyle okumaya çalışalım. Hiç birimiz Peygamberimizin kıldığı gibi namaz kılamayız, Peygamberimizin okuduğu gibi Kur'an okuyamayız. Fakat onun bizlere göstermiş olduğu usule riayet edersek, bizler de Kur'an'ımızdan en üst seviyede istifade etmiş oluruz.
Yeter ki Kitabımızı kadavra haline sokmayalım. Ağzı burnu kapalı bir doktorun cenazeyi tetkik etmiş olduğu gibi, Kur'anımıza yaklaşmıyalım. Görüş ve kanaatlarımızın doğruluğunu Kur'ana tasdik ettirmiyelim. Kur'an bizim kulluk kitabımızdır. Okuyalım, anlayalım, anlatalım, yaşayalım ve yaşatalım.
Abdullah Büyük

WALLPAPER

Orjinal boyutu için resimlerin üzerine tıklayınız...