“Atının
kendisiyle Allah yolunda cihada yürüdüğü ilk kişi, Mikdâd b. Esved’dir” diyor
arkadaşları ondan söz ederken.
Mikdâd
b. Esved dediğimiz bu kahramanımız aslında Mikdâd b. Amr’dır. Cahiliyye
döneminde Esved b. Abdüyagus ile anlaşma yapmış, o da kendisini evlatlık
almıştı. Bu nedenle Mikdâd b. Esved diye çağrılmaya başlanmıştı. Fakat
“evlatlık edinmeyi” ortadan kaldıran
âyet inince babası Amr b. Sa’d’a nispet edilmeye devam edildi.
Mikdâd
ilk müslümanlardandır. Müslümanlığını açığa vurup ilan eden yedi kişiden
biridir. Tabi ki yiğitlerin şecaati, havarilerin iyi hâli içinde, Kureyş’in
eziyet ve işkencelerinden payını alarak...
Güzelliği
asla pörsümeyecek şaheser bir tablo çizecekti onun Bedir’ deki durumu…
Yüce
bir hâldi, gören herkes bu büyük hâle sahip olmayı isterdi kuşkusuz…
“Bir
mecliste Mikdâd’ın bir tutumuna şahit olmuştum.” diyor Allah Resûlü’nün
arkadaşı Abdulllah b. Mes’ûd: “Ona sahip bulunmak, bana dünyadaki her şeyden
daha hoş gelirdi.”
Sıkıntının
başladığı günlerdeydi... Kureyş’in şiddetli baskılar, inatçı ısrarlar, kibir ve
azamet gösterdiği günlerdeydi...
İşte o
günlerdeydi, müslümanlar gayet azdı ve daha önce hiç İslâm uğruna savaşla
sınanmamışlardı. Bu onların yapacakları ilk gazve idi.
Allah
Resûlü durmuş, yanındakilerin imanını yokluyor, atlı ve yaya olarak üstlerine
yürüyen düşmanla karşılaşmak için hazır olup olmadıklarını sınıyordu.
Onlarla
konuyu istişare ediyordu. Sahâbe biliyordu ki, Hz. Peygamber onların fikir ve
görüşlerini istediğinde bunu hakikaten yapıyordu (yoksa âdet yerini bulsun
diye değil). Herkesten de gerçek görüş ve kanaatini istiyordu. Şayet birisi tüm
topluluğun görüşüne ters bir görüş ifade edecek olsa bile ona herhangi bir
güçlük ya da kınama yapılmaz-dı.
Mikdâd
müslümanlar arasında savaş hususunda çekimserliği olabilecek kimselerin
bulunmasından endişeliydi... Savaşın parolasını kesin cümlelerle belirtmek ve
oluşumunda iştirak etmek için, kendinden önce kimse konuşmadan söz almaya karar
verdi.
Fakat o
daha dudaklarını kıpırdatmadan Ebû Bekir (r.a.) konuşmaya başlamıştı. Mikdâd
gayet sakinleşmişti, Ebû Bekir diyeceğini demiş ve çok güzel konuşmuştu...
Onu
Ömer b. Hattab izlemiş, o da konuşmuş ve gayet güzel söylemişti.
Sonra
Mikdâd öne geçti ve:
“Ey
Allah’ın Resûlü!” dedi. “Yürü git Allah’ın gösterdiğine doğru, biz seninleyiz…
Allah’a yemin olsun ki sana, İsrail oğulları’nın Musa’ya (a.s.) dedikleri gibi:
“Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız.” diyecek değiliz… Aksine
deriz ki: “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz de sizinle beraber savaşçılarız!..
Seni hakikatle gönderene andolsun ki şayet sen bizi kılıç deryasına götürsen
bile seninle beraber hakkı tebliğ edene kadar kılıçsız da savaşırız. Allah sana
fethi nasip edinceye dek sağında, solunda, önünde ve arkanda çarpışırız.”
Cümleler,
atılmış kurşunlar gibi boşalmıştı... Peygamberin yüzü sevinçten parıldamış,
Mikdâd’a ettiği güzel duadan ağzı ışıldamıştı. Mikdâd b. Amr’in söylediği bu
kesin sözler, inanan, salih toplulukta sevinç yaratmıştı. Öyle bir söz ki, kuvveti
ve ikna gücüyle “söz” denen şeyi ortaya koyuyordu.
Evet,
Mikdâd’ın konuşması inananların gönlünde gayesine ermişti. Ardından ensârın
liderlerinden Sa’d b. Muâz kalkmış: “Ey Allah’ın Resûlü!” demişti. “Biz sana
inandık ve doğruladık. Getirdiğin şeyin hak olduğuna şehâdet ettik ve bu hâl
üzere sana ahid ve misakımızı verdik. Dilediğin şeye yürü, biz seninleyiz...
Seni hakikatle gönderene yemin olsun ki, şayet bize şu denizi göstersen ve sen
de dalsan, kuşkusuz biz de seninle dalarız. Bizden tek kişi bile geri kalmaz.
Yarın düşmana bizimle karşı koymandan hoşnutsuzluk duymayız... Harpte
sabırlıyız, (düşmanla) karşılaştığımızda sözümüzün eriyiz. Belki Allah sana
bizim vasıtamızla gözünün aydınlığın gösterir... Allah’ın bereketi üzere götür
bizi.”
Peygamberin
kalbi sevinçle dolmuştu.
“Yürüyün
ve müjdelenin!” dedi Allah Resûlü ashabına.
Ve iki
topluluk birbirine girdi.
O gün
müslümanların üç tane atlısı vardı: Bunlar Mikdâd b. Amr, Mersed b. Ebû Mersed
ve Zübeyr b. Avvam idi. Diğer mücahidler ya yaya idiler yahut develere
binmişlerdi.
* * *
Mikdâd’ın
az önceki sözleri onun sadece şecaatini ortaya koymu-yor; aynı zamanda üstün
hikmet ve derin düşüncesini de ortaya çıkarıyordu.
İşte
böyleydi Mikdâd…
Bilge
ve akıllıydı. Hikmetini soyut kavramlarda değil; etkili prensip ve düzgün bir
üslupta ifade ediyordu. Tecrübeleri de hikmet ve zekasının gıdasıydı
denebilirdi.
Peygamber
(s.a.v.) kendisini idareci olarak atamıştı bir defasında. Döndüğünde: “İdareciliği
nasıl buldun?” diye sorunca, büyük bir samimiyet içinde şöyle cevap verdi
Mikdâd:
“İdarecilik
bana kendini öyle gösterdi ki, güya ben insanların en üstünüymüşüm de tüm
herkes benden aşağıymış. Seni hakikatle gönderene yemin olsun ki, kesinlikle
bugünden sonra iki kişiye dahi başkanlık etmeyeceğim!”
Eğer bu
bilgelik değilse nedir? Bu adam hakîm değilse, kim hakîmdir?
Benliğine
ve zaafına kapılmayan bir adam…
Başkanlık
yapıyor, benliğini kibir ve gurur kaplıyor ve kendi de bu zaafını anlıyor.
Bunun üzerine, bu huylardan uzak durmak amacıyla bu tecrübeden sonra emirliği
terk etmek ve kaçınmak için yemin ediyor. Sonra da yeminini tutup, emir
olmuyor.
O Allah
Resûlü’nden duyduğu bir sözü mırıldanırdı devamlı:
“Mutlu
kimse, fitnelerden uzak kalandır.”
O
emirlikte aldatıcı bir kibir görmüştü. Öyleyse kendisinin mutluluğu ancak
ondan uzak kalmakla mümkündü.
İnsanlar
hakkında temkinli olarak yargıya varması da Mikdâd’ın bilgeliğinin tezahürüydü.
Hz.
Peygamber’den böyle öğrenmişlerdi. Hz. Peygamber onlara âdemoğlunun kalbinin
kaynayan kazandan daha çabuk değişim gösterdiğini öğretmişti.
Bundan
ötürü o insanlar hakkındaki son yargısını ve kanaatini, kişinin ölüm anına
kadar geciktirirdi. Ta ki hakkında yargıya varacağı kimsenin değişmeyeceği ve
hayatına yenilik girmeyeceği kesinleşinceye kadar…
Bir
sohbet esnasında sergilediği tutum, onun hikmet ve yüksek anlayışını hemen
belli ediyor.
Arkadaşı
bunu şöyle anlatıyor:
“Bir
gün Mikdâd’la otururken, adamın biri yanımızdan geçti ve Mikdâd’a dönerek şöyle
dedi:
-
Allah Resûlü’nü (s.a.v.) gören şu iki göze ne mutlu! Allah’a yemin olsun ki
gördüğünü görmek, şahit olduklarına şahit olmak isterdik.
Mikdâd
da ona:
-
Allah’ın kişiden gizlediği manzarayı istemeye kimsenin hakkı yoktur. Kişi
şayet o döneme erişmiş olsa da, o dönemde nasıl olacağını bilemez. Allah Resûlü
ile aynı zamanda yaşamış öyle kimseler var ki, Allah bunları burunları üstü
ateşe atmıştır. Siz bunların duçar oldukları belâdan sizi uzak tutan ve sizleri
Rabbi’ne ve Nebî’sine inanan insanlar kılan Allah’a hamd etmez misiniz?!”
İşte
hikmetin ta kendisi…
Allah
ve Resûlü’nü seven her mü’min Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde yaşamayı ve onu
görmeyi temenni eder.
Fakat
hikmet ve maharet sahibi Mikdâd bu istekteki kaybolmuş uzaklığı açığa
çıkarıyor.
Bu
arzuyu taşıyan kimsenin, o günlerde yaşasaydı cehennem ehlinden olması ihtimal
dahilinde değil midir? İnkârcılarla beraber inkâra yönelmesi yine bir ihtimal
olarak önümüzde durmuyor mu?
Öyleyse
Allah’ın, İslâm’ın istikrar bulduğu asırlarda yaşamayı nasip ettiği ve affıyla kuşattığı
kimsenin Allah’a şükretmesi gerekmez mi?
Mikdâd’ın
görüşü buydu. Her hâli tecrübeli, sözleri hikmet ve akılla yoğrulmuştu.
* * *
Mikdâd’ın
İslâm’a olan sevgisi büyüktü, aynı zamanda anlayışlı ve hikmetli idi. Sevgi
büyük ve hikmetli olunca, büyük bir insan ortaya koyar ki, bu insan, sevginin
iyi hâlini bizatihi kendinde değil, sorumluluğunda bulur.
Mikdâd’ınki
de böyleydi…
Peygamber
sevgisi, Mikdâd’ın kalp ve şuurunu sevginin mesuliyeti ile öyle doldurmuştu ki…
Bu, Peygamberi koruma sorumluluğu idi. Medine’de bir olumsuzluk duyulur
duyulmaz, Mikdâd soluğu, Peygamberin kapısında alırdı.
İslâm’a
olan sevgisi, onun kalbini, İslâm’ı himaye sorumluluğu ile doldurmuştu...
Sadece düşmanların tarafından gelecek tehlikelerden değil, dostların
hatalarından da korurdu.
Bir gün
bir seriye ile beraber çıkmıştı. Düşman onları ablukaya muvaffak olmuştu.
Seriye emiri, hiç kimsenin hayvanını otlatmaması emrini vermişti. Fakat
müslümanlardan biri, emri iyi bir şekilde haber alamadığından dolayı emre
aykırı hareket etmişti. Bunun üzerine emirden aşırı bir ceza görmüştü. Belki
de normalde hiç ceza almaması gerektiği hâlde.
Mikdâd
ağlayıp sızlayan bu adama rastladı, durumu sordu. O da açıkladı.
Bunun
üzerine Mikdâd adamı yanına alıp, doğruca emire gitti, onunla tartışmaya
başladı. Sonunda emir hatasını kabul etmişti.
“Şimdi
kısas hakkını ver bakalım.” dedi.
Emir
kısası kabul etmiş; ama asker bağışlamış ve vazgeçmişti. Mikdâd bu büyük tablo
ve onlara bu izzeti bahşeden dinin yüceliği karşısında mest olmuş ve:
“Ben
öleceğim; fakat İslâm aziz kalacak!” demişti.
Evet,
bu onun idealiydi. Kendi ölecek; fakat İslâm aziz kalacaktı. O da diğer sahâbe
gibi bunu gerçekleştirmek için devamlı bir çaba içinde olmuştu. Sonunda bu
çabası onu Allah Resûlü’nün şu sözüne layık kılmıştı:
“Kuşkusuz
Allah bana seni sevmeyi emretti. Kendisinin de seni sevdiğini haber verdi.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder