Korkularla Alay Eden Yiğit
Hz. Ebû Bekir anıldığında Hz. Ömer: “Ebû Bekir efendimizdir, efendimizi azat etmiştir. “ derdi. Bilâl’ı kastederdi bu sözüyle.
Bir adam ki, Hz. Ömer ondan “Efendimiz” diye bahsediyor, o adam yüce ve uludur. Koyu esmer tenli, zayıf yapılı, oldukça uzun boylu, sık saçlı, seyrek sakallı biriydi. Bilâl, ravilerin anlattığına göre; kendisinde üstünlük görülmesini ve övgü yapılmasını duymak istemez, böyle bir durumda başını eğer, gözlerini indirir ve şöyle derdi: “Ben ancak bir Habeşîyim. Düne kadar da köleydim.”
Düne kadar da köle olan bu Habeşî kimdi? Bu Habeşî, Bilâl b. Rebâh idi. O, İslâm’ın müezzini, putları söküp atan, iman ve doğruluk mucizelerinden biri…
İslâm’ın doğuşundan günümüze ve Allah’ın dilediği zamana kadar karşılaştığımız her on müslümandan en az yedisi Bilâl’ı tanıyor. Asıllar ve nesiller boyu yüz milyonlarca müslüman Bilâl’ı tanıyor, ismini biliyor rolünü öğreniyor. Tıpkı ilk iki büyük halife Ebû Bekir ve Ömer’i tanıdıkları gibi.
Mısır, Pakistan, Malezya, Çin, Amerika, Avrupa, Rusya, Irak, Suriye, Türkiye, İran, Sudan, Tunus, Cezayir, Fas’taki, Afrika derinliklerinde ve Uzakdoğu’da, ilk okulda okuyan müslüman çocukların herhangi birine: “Ey küçük, Bilâl kimdir?” diye sorsan o hemen: “Allah Resûlü’nün müezzinidir.” diye cevap verecek ve ekleyecek: “Sahibi kızgın taşlarla zulüm ederken, o “Ahad, Ahad” diyen köle…
İslâm’ın bağışladığı bu sonsuz nimeti gördüğünde bil ki, Bilâl müslüman olmadan önce sadece bir köle idi. Hurma bahçelerinde efendisinin develerini güderdi. Eğer İslâm olmasaydı, acı kölelik içinde yuvarlanıp gidecek, neticede ölümün pençesine düşüp, unutulacaktı.
Ama imanı ve yüce dini onu yüksek bir mevkiye, İslâm büyükleri arasına soktu.
Nice makam, mevki, servet sahibi olan kimseler Habeşî kölenin ulaştığı sonsuz nimete ulaşamadılar.
Nice tarihî kahramanlar Bilâl’ın elde ettiği şöhrete eremediler.
Derisinin siyahlığı, soyunun ve nesebinin düşüklüğü, azat olmuş bir köle olması, İslâm’ı seçtiğinde en yüksek makama ulaşmasına engel olmadı. Onu bu makama çıkaran doğruluğu, kesin imanı, temizliği ve gayreti idi.
İnsanlar zannederler ki, kökeni uzaklara dayanan… ailesi ve desteği olmayan… kendisini parayla satın alan efendisine ait bir mülk olup, kendi yaşamına sahip olmayan… efendisinin ihtirasları ile devesi ve sürüleri arasında gidip gelen… Bilâl gibi bir köle…
Zannederler ki, böyle birisi ne bir şeye güç yetirebilir ne de bir şey olur.
O ise bütün zanları boşa çıkardı. İman etmeye muktedir oldu. Ondan başkasının böyle bir şeye güç yetirmesi ne mümkün?! Sonra İslâm'ın ve Allah Resûlü’nün ilk müezzini oldu. Halbuki bu müezzinliği müslüman olan ve Resûlullah’a tâbi olan bütün Kureyş uluları ve seçkinleri arzu ediyorlardı.
Evet... Bilâl b. Rebâh...
Hangi kahramanlık, hangi yücelik onu, şu üç kelimeden daha güzel ifade edebilir? “Bilâl b. Rebâh”
Siyahîlerden bir Habeşî... Kader onu, tıpkı cariye olan annesi gibi, Mekke’de Benî Cumah kabilesine köle yapmıştı.
Köle hayatı yaşıyordu. Günleri monotonluk içinde geçiyordu, ne kendisine bir hak tanınıyor ne de yarını için bir düşünce taşıyordu.
Muhammed’in (s.a.v.) haberi gelmeye başladı. İnsanlar aralarında konuşuyor ve birbirlerine naklediyorlardı. O da efendilerine ve onların misafirlerine kulak verip dinliyordu. Özellikle Ümeyye b. Halef’in anlattıklarına... Çünkü Bilal onun kölesiydi. Ayrıca bu adam arkadaşlarıyla ve kabilesiyle birlikte sürekli kin, nefret ve öfkeyle Allah Resulü’nden bahsediyorlardı.
Bu dinlemeleri esnasında yeni din ve dini getiren kişi hakkında yapılan öfkeli, kin dolu, uygunsuz konuşmalara tanık oluyordu. Yaşadığı çevrede bu yepyeni bir oluşumdu, onun için. Aynı şekilde Muhammed'in şerefi, doğruluğu ve de emin bir kimse oluşuna dair sözleri sıkça duyuyordu.
Evet... Onların, Muhammed’in (s.a.v.) getirdikleri karşısında hayretler içinde kaldıklarını görüyordu.
Kendi aralarında şöyle diyorlardı: “Muhammed şu ana kadar ne bir yalan söylemiş, ne bir büyü yapmış, ne de kendisinde delilik görülmüş bir kimsedir. Ancak onun dinine girmek isteyenleri engellemek için bütün bu uygunsuz sıfatları ona yakıştırmalıyız.”
Onlardan onun emin kimse olduğunu işitiyordu. Vefasını, mertliğini, temizliğini ve ahlâkî üstünlüğüne dair sözler işitiyordu.
Yine onların gizli gizli konuşmalarından, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) karşı çıkmalarının ve düşmanlıklarının sebeplerini anlıyordu. Onlar ona iki şeyi korumak uğruna karşı çıkıyorlardı: Birinci olarak, atalarının dinini; ikinci olarak, Kureyş’in itibarını korumak. Bu itibar ki, Mekke’yi dinî merkez ve âdeta yarım adanın başkenti durumuna getirmişti. Son olarak ise, Haşim oğullarına olan kinleri, yani Peygamber’in başka bir kabileden değil de onlardan çıkmasını kabullenememeleri.
Bir gün Bilâl b. Rebâh Allah’ın nurunu gördü ve ruhunun derinliklerinden titreşimler hissetti. Hemen Hz. Peygamber’e gitti ve müslüman oldu.
Bilâl’ın müslüman olduğu haberi çok geçmeden her tarafta yayıldı. Benî Cümah ulularının kulaklarına kadar vardı. Bu ulular, kibir ve gurur kaleleriydiler.
Bütün şeytanlar Ümeyye b. Halef’in göğsünde toplanmış, onu kışkırtıyorlardı. Kölelerinden birinin müslüman olmasından dolayı gururunun incineceğini telkin ediyorlardı.
Nasıl olur da Habeşî bir köle müslüman olup, Muhammed’e (s.a.v.) tâbi olur?!..
Ümeyye kendi kendine: “Hiç önemli değil, bugün güneş batımına kadar sadece bir köle müslüman oldu.” diyordu.
Ama güneş sadece Bilâl’ın müslüman olmasıyla batmayacak, bütün Kureyş’in putlarının yıkıldığı günleri de gösterecekti.
* * *
Bilâl’ın müslüman olması, sadece İslâm için bir şeref değil; bütün insanlık için şerefti.
Azabın en katısına maruz kaldı. Allah sanki onu, insanlık için bir örnek kılmıştı. Siyah derili bir köle, imanı bulduğu ve Allah’a sığındığında horlanamaz ve kötülenemez. Bilâl, hem o zaman hem de ondan sonra yaşayan bütün insanlara açık bir ders verdi: Vicdan hürriyeti, ne dünya dolusu altınla değişilir, ne de dünya dolusu işkence ile vazgeçilir.
Çırılçıplak kor üzerine yatırıldı, dininden dönmesi, Muhammed'den (s.a.v.) yüz çevirmesi için işkenceler yapıldı. Allah Resûlü ve İslâm, bu güçsüz Habeşî köleyi, kimliğini korumada ve özgürlüğünü savunmada insanlığa üstad kıldı.
Güneşin en kızgın olduğu bir zamanda çıkarıyorlar, çölün cehennemî sıcağı altında taşların üzerine yatırıyorlar, üzerine de ancak birkaç kişinin taşıyabildiği koca kayaları koyuyorlardı. Ve bu vahşi azap, her gün tekrar ediliyordu. Sonunda Bilâl’a yapılan bu korkunç işkence karşısında bazı cellatların kalpleri biraz olsun yumuşadı. Aslında kendileri perişan olmuştu. Bilâl putlarını bir kelimeyle olsun iyilikle ansa, yol vereceklerdi. Kureyş’in yüzüne bakamaz olmuşlar, bir köle karşısında hezimete uğramışlardı.
Hatta bu kelimeyi kalbinden değil de sadece diliyle söylese, imanını kaybetmeksizin hayatını ve kendisini kurtaracaktı. Bilâl bu bir kelimeyi bile söylemeyi reddetti!..
Evet, o bir kelimeyi söylemeyi reddetmiş, onun yerine ölümsüz nakaratını tekrarlamaya başlamıştı:
“Ahad, Ahad! (Allah Bir, Allah Bir)”
Cellatları ona bağırdılar. Ona doğru yöneldiler ve: “Lat ve Uzza’yı söyle!” diye zorladılar. Onlara cevap verdi:
“Ahad Ahad!”
Onlar, “Bizim söylediğimizin aynısını söyle” dedikçe, âdeta onlarla dalga geçer gibi:
“Benim dilim sizin dediğinizi söyleyemiyor.” diyordu. Bilâl kızgın taşların üzerine yatırırlar, üzerinden kaynar sular dökülür. Güneş sararmaya, batmaya yakın hâl almaya başlayınca kaldırılır, boğazına bir ip geçirilir, sonra çocuklara, Mekke’nin sokaklarında dolaştırmaları söylenir. Ama Bilâl’ın dilinde hep o eski nakarat: “Ahad Ahad!..”
Gece olduğunda ise, sanki onunla pazarlık ediyorlar ve: “Yarın ilâhlarımızı hayırla an. Rabbim Lat ve Uzza’dır, de. Biz de seni bırakalım. Çünkü sana işkence etmekten yorulduk. Sanki biz işkence edilen durumuna düştük.”
Bilâl kesin imanı ve azameti ile: “Ahad Ahad!..” diye cevapladı.
Kendisine iyi adam rolü verilen birisi Bilâl’a şirin görünerek, onun iyiliği için çalışıyormuş gibi şöyle dedi: “Ey Ümeyye sen git! Bugünden sonra Lat asla azap etmeyecek. Bilâl bizden biridir. Annesi de cariyemizdir. Bilâl, müslüman olduğu için Kureyş’in dedikodumuzu yapıp, bizi alaya almasına asla razı olmaz.”
Bilâl, bu yalancı ve hain yüzlere gözünü aralayarak baktı ve fecir aydınlığı gibi tebessüm ederek, onları zelzeleye tutulmuş gibi sarsan bütün heybetiyle:
“Ahad Ahad!” dedi.
Sabah oldu. Öğlenin kavurucu sıcaklığı yaklaştı ve Bilâl alınıp çöle götürüldü. O ise sabırlı, ruhen dimdik ve inancında tavizsizdi.
Ebû Bekir (r.a.) onlar Bilâl’a bütün acımasızlıklarıyla işkence ederlerken geldi ve haykırdı: “Rabbim Allah! diyen birini mi öldüreceksiniz?”
Sonra Ümeyye’ye bağırdı: “Kaç para istiyorsan al. Ama onu serbest bırak!” Denizde boğulmamak için çırpınan Ümeyye’ye sanki bir can simidi yetişmişti. Yüzü gülmüş, içini mutluluk kaplamıştı, Ebû Bekir’in para teklifi üzerine... Çünkü Bilâl’a işkence etmek, kendileri için azap hâline dönmüş, dayanılmaz bir durum almıştı. Ayrıca onlar tüccar milletti. Bilâl’ın birkaç kuruşa satılması ölmesinden daha iyiydi.
Ebû Bekir’e Bilâl’ı sattılar. O da hemen oracıkta Bilâl’ı hürriyetine kavuşturdu. Artık Bilâl hür insanlar arasındaki yerini almıştı.
Ebû Bekir’in Bilâl’ı hürriyetine kavuşturduktan sonra yanına gelen Ümeyye: “Lat ve Menat’a yemin olsun ki,
Arkadaşlarıyla beraber Allah Resûlü’ne (s.a.v.) gittiler ve hürriyetine kavuştuğunu müjdelediler. Büyük bir bayram olmuştu.
Allah Resûlü ve bütün sahâbesi Medine’ye hicret ettikten sonra namaz için ezan okunmasını gerekli gördü Resûlullah (s.a.v.).
Ama günde beş vakit ezanı kim okuyacaktı? Ki onun tekbir ve tehliliyle bütün ufuklar yankılansın.
İşte o Bilâl’dır... İşkence altında senelerdir, “Allahu Ahad, Allahu Ahad” diye inlemişti. Ve Allah Resûlü’nün (s.a.v.) tercihi gerçekleşti; Bilâl İslâm’ın ilk müezzini oldu.
Allahu ekber, Allahu ekber
Allahu ekber, Allahu ekber
Eşhedü en lâ ilâhe illallah
Eşhedü en lâ ilâhe illallah
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah
Hayye ala’s-salâh,
Hayye ala’s-salâh
Hayye ale’l-felâh
Hayye ale’l-felâh
Allahu ekber, Allahu ekber
Lâ ilâhe illallah
Medine’ye saldıran Kureyş ordusuyla müslümanlar arasında harp çıktı. Savaş çok şiddetli cereyan ediyordu. Bilâl düşman üzerine bir kartal gibi saldırıyordu. Bu ilk gazve yani Bedir’di. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) bu savaşta parolanın “Ahad, Ahad!” olmasını emretmişti.
Kureyş, en küçüğünden en yaşlısına kadar bu savaşa katılmıştı.
Ümeyye b. Halef, harbe çıkmaktan vazgeçmek istemişti. Bu adam, Bilâl’a ölümüne işkence eden efendisi idi. Eğer arkadaşı Ukbe b. Ebû Muayt onun korkaklığını ve savaştan geri kalma haberini duyup, yüzüne vurmasaydı, çıkmama isteğini yerine getirecekti. Ukbe, elinde bir buhurdanlık taşıyarak ona gelmiş ve bütün kavminin için buhurdanlığı önüne atıp: “Al bununla tütsülen, çünkü sen kadınlardan birisin!” demişti.
Bunun üzerine Ümeyye haykırarak: “Allah senin de getirdiğinin de belasını versin!” demişti. Bu olayın akabinde savaşa çıkmaktan başka yol bulamadı ve mecburen çıktı. Kaderin cilvesi işte, bazen dürer, bazen açar.
Ukbe b. Ebû Muayt, Ümeyye’yi Bilâl’a ve diğer mustazaflara işkenceye kışkırtan en azılı kâfirdi. Bugün aynı azılı kâfir Ümeyye’yi savaşa çıkmaya zorluyordu. Çünkü Bedir Ümeyye için ölüm döşeği olacaktı. Aynı şekilde Ukbe için de...
Halbuki Ümeyye savaşa çıkmayacaktı, eğer Ukbe kendisini teşhir edip, çıkmak zorunda bırakmasaydı. Ama Allah, emrini yerine getirendir. Ümeyye savaş meydanına çıkmalıydı. Çünkü onunla, Allah’ın kullarından birinin görülecek eski bir hesabı vardı. Ve hesabın görülme vakti gelmişti. Kaldı ki, hesap görücü Allah ölmez. Eden, bulur!
Kader, böyle zalimler için zamanı ve zemini yerli yerinde hazırlardı. Ukbe, Ümeyye’yi kendi ölümüne teşvik edecekti, tıpkı Bilâl’ın üzerine kışkırttığı gibi. Ümeyye de öleceği yere doğru adım adım yaklaşacaktı.
Ümeyye’nin ölümü kimin elinde gerçekleşecek? Elbetteki Bilâl’ın… Tek başına Bilâl’ın. Ümeyye’nin zincirler vurduğu el yapacak bunu... Acılar içinde kıvrandırdığı el…
İşte bugün, Bedir gününde kaderin belirlediği hesaplaşmalar gerçekleşecek. Kureyş cellatları yaptıklarının cezasını bulacaktı.
Her şey tamamdı. İki taraf arasında savaş başlayıp da müslümanlar tarafından “Ahad, Ahad!” sesleri afakı inletince, Ümeyye’nin kalbi güm güm vurmaya başladı ve korktuğu başına geldi.
Dün işkence altındaki kölesinin tekrarladığı sözler, bugün İslâm’ın ve müslümanların parolası olmuştu: “Ahad Ahad!”
Bu nasıl olmuştu?
Bu kadar çabuk, bu kadar hızla gelişerek...
Kılıçlar şakırdadı, çarpışma kızıştı. Savaş sona ererken Ümeyye, Abdurrahman b. Avf ile karşılaştı ve ona sığındı. Onun hayatını bağışlayacağını umarak, esiri olmak istedi. Abdurrahman b. Avf bunu kabul etti ve esirlerin bulunduğu yere doğru onu götürdü. Yolda Bilâl’la karşılaştı ve Bilâl haykırdı: “Küfrün başı Ümeyye b. Halef! O kurtulursa ben buna dayanamam!” Gurur ve kibir yüklü başı yerinden ayırmak için kılıcını kaldırdı; ama tam o sırada Abdurrahman b. Avf seslendi:
“Ya Bilâl! O benim esirimdir.”
Esir mi? Savaş alanı alev alev yanıyor.
Esir mi? Az önce müslümanlara indirdiği darbelerin kanı kılıcından damlıyor. Hayır. Bu Ümeyye’nin sinsice planıydı ve canını kurtarmak için kendini Abdurrahman’a esir etmesi bir oyundan ibaretti, Bilâl’a göre. Daha önce bu oyunu yeteri kadar uygulamıştı. Bugün artık bu oyunu sürdürememeli, ona bu fırsat tanınmamalıydı.
Fakat Bilâl tek başına din kardeşi Abdurrahman’ın himayesinde olan bir kâfiri elde edemeyeceğini anladı. Var gücüyle bütün müslümanlara bağırdı:
“Ey Allah’ın erleri! İşte küfrün başı Ümeyye! Eğer o kurtulursa ben dayanamam!”
Bir grup müslüman o tarafa geldi ve Ümeyye ile oğlunun etrafını sardılar. Artık Abdurrahman b. Avf bir şey yapamazdı. Onları hiçbir şekilde koruyamazdı. Artık onu zırhı bile kurtaramazdı.
Bilâl bir aslan gibi kükredi, “Ahad Ahad!” narasıyla Ümeyye’nin, küfrün elebaşısının başını gövdesinden ayırdı.
* * *
Böyle bir durumda Bilâl’ın müsamaha göstermesini istemek hakkımız olmasa gerek. Eğer bu karşılaşma başka şartlar altında gerçekleşmiş olsaydı, iman ve takvası böyle olan bir insanın hoşgörüde cimrilik göstereceği düşünülemezdi.
Fakat buradaki karşılaşma savaş alanında oluyor. Her fırka, hasmını yok etmek için geliyor. Kılıçlar parlıyor, insanlar ölümüne birbirine saldırıyor, cesetler üst üste yığılıyor. İşte tam bu sırada Bilâl, Ümeyye’yi görüyor. Bu adam ki, Bilâl’ın vücudunda bir parmaklık olsun işkence edilmedik yer bırakmadı.
Onu nerede ve nasıl görüyor?
Harp meydanında… Kılıcıyla önüne gelen müslümanın başını vurmak için geldiği yerde… Şayet Bilâl’a de ulaşsa onun da başını vuracaktı.
İşte böyle bir ortamda iki kişi karşılaşıyor. Hiçbir mantık bu durumda Bilâl’dan Ümeyye’yi affetmesini bekleyemez.
* * *
Günler geçti ve Mekke fetih olundu. Allah Resûlü on bin müslüman savaşçının başında, Allah’a şükrederek ve tekbirler getirerek Mekke’ye girdi. İlk olarak Kâbe’ye yöneldi. Bu mukaddes mekanı Kureyş senelerdir put deposu yapmıştı.
Hak geldi, bâtıl yok oldu.
Bugün artık, Lat yok, Uzza yok, Hübel yok! Bugünden sonra insanlar taşlara, heykellere tapmayacak. Eşi, benzeri olmayan bir tek, yüce ve aşkın olan Allah’tan başkasına ibadet etmeyecek.
Bilâl’la beraber Allah Resûlü (s.a.v.) Kâbe’ye girdi.
Allah Resûlü girer girmez, Hz. İbrahim’i temsil etmek üzere yapılmış ve okları çeken olarak bilinen puta yöneldi. Bu duruma kızıp şöyle buyurdu:
“Allah onları helak etsin! Büyüğümüz İbrahim, ne şans oku çekerdi, ne yahudi ne de hıristiyan idi. O, tam bir müslüman idi. Asla müşriklerden değildi.”
Bilâl’a Kâbe’nin damına çıkıp, ezan okumasını emrettiler… Bilâl ezan okuyor... Bu ne güzel bir an, cıvıl cıvıl bir mekan... Mekke’de hayat donmuş, binlerce Müslüman ayakta, huzur içinde ezanı dinliyorlar. Bilâl’ı dinliyorlar.
Evlerinde müşrikler nerdeyse tasdik edecekler.
İşte Muhammed (s.a.v.) ve malını mülkünü geride bırakıp sürülen mü’minler. Bu Hakk’ın ta kendisi değil mi? Yirmi bin müslüman işte onun etrafında... Bu Hak değil mi? Biz onu attık, onunla savaştık, en sevimli yakınlarını öldürdük. Bu gerçek değil mi? Biz onun önünde esirler iken o bize döndü ve :
“Gidiniz, sizler hürsünüz.” dedi.
Kureyş ulularından üç kişi, Kâbe’nin biraz uzağına oturmuşlar, Bilâl’ın, putlarını ayaklan altına alıp onlara hakaret etmesinden dolayı yüzlerini ateş basıyordu. Bütün ufukları kaplayan gür sesi dört bir yanda yankılanıyordu.
Bu üç kişi, Ebû Süfyân b. Harb, Attab b. Üseyd ve Hişam b. Hâris idi. Ebû Süfyân az önce müslüman olmuştu, son ikisi henüz müslüman olmamışlardı.
Attab gözü, ezanı âdeta terennüm etmekte olan Bilâl’ın üzerinde olduğu hâlde şöyle dedi.
“Allah buna ne güzel ikramda bulunmuş!”
“Allah mı? Eğer Muhammed’in hak olduğunu bilsem, ona tâbi olurdum!” diye cevap verdi Hâris. Ebû Süfyân onların sözlerini kesti.
“Ben hiçbir şey demiyorum. Eğer konuşursam, onun ne kadar akıllı olduğunu haber vermiş olurum.”
Allah elçisi, Kâbe’ye geldiğinde o üç kişiyi gördü. Yüzlerindeki ifadeyi bir anda okudu. Gözleri pırıl pırıl olmuştu, Allah’ın nuruyla...
“Biliyorum konuştuğunuz şeyleri.” dedi. Ve onlara konuşmalarını bir bir söyledi. Hâris ve Attab haykırdılar:
“Şehâdet ediyoruz ki, sen peygambersin. Biz kimseden böyle bir şey işitmedik. Yeni bir kalple Bilâl’a yöneldiler. Kalplerinde Allah’ın elçisinin Mekke’ye ilk girişindeki hitabesi canlandı:
“Ey Kureyş topluluğu! Allah sizden cahiliye saygısını ve babalarınıza gereksiz tazim etmeyi kaldırmıştır. İnsanlar Âdem’dendir. Âdem ise topraktandır.”
* * *
Bilâl, Resûlullah (s.a.v.) ile beraber yaşamış, onun gördüğü her şeye tanık olmuştur. Namaz için ezan okudu, insanları namaza davet etti. İnsanları zulmetten nura, kölelikten hürriyete çıkaran bu yüce dinin sembollerini korudu.
İslâm’ın sesini en yükseklere çıkardı. Müslümanların durumunu da yüceltti. Her geçen gün Bilâl, Allah Resûlüne (s.a.v.) olan kalbî yakınlığını artırdı. Öyle ki, Resûlullah (s.a.v.) onu: “Cennetliklerden bir adam” diye niteledi. Ama Bilâl, eskiden olduğu gibi yine cömert ve mütevazı biri olarak kaldı. Bir büyüklük havasına kapılmadı. Her fırsatta “Habeşî ve daha dün bir köle olduğunu” söylerdi.
Bir gün kendisi ve kardeşi için nişan yapmak üzere bir adamın iki kızını istemeye gitti ve adama şöyle dedi: “Ben Bilâl’ım, bu da kardeşim. İkimiz de Habeşî birer köle idik. Dalaletteyken Allah bize hidâyet nasip etti. Köleyken hürriyetimize kavuşturdu. Eğer kızlarını bizimle evlendirirsen, Allah’a şükürler olsun deriz. Eğer bizi bundan mahrum edersen Allah büyüktür.”
* * *
Allah Resûlü öte dünyaya kendisi Rabbinden razı, Rabbi de kendisinden razı bir hâlde göçtü. Onun yerine Hz. Ebû Bekir halife olarak geçti.
Bilâl, Resûlullah’ın (s.a.v.) halifesine gitti ve “Ey Allah Resûlü’nün halifesi! Resûlullah’tan işittim ki, “Mü’minin amelinin en faziletlisi Allah yolunda cihattır.” dedi.
Hz. Ebû Bekir: “Ne istiyorsun ey Bilâl?”
Bilâl: “Allah yolunda sınırlarda cihad etmek ve ölmek.”
Hz. Ebû Bekir: “Kim bize ezan okuyacak?”
Bilâl iki gözü iki çeşme: “Ben Allah Resûlü’nden sonra hiç kimse için ezan okuyamam.”
Ebû Bekir: “Kal ve bize ezan oku ey Bilâl!
Bilâl: “Eğer beni kendin için tutacaksan dilediğini yap! Yok eğer Allah için tutacaksan, beni bana bırak.”
Ebû Bekir: “Seni Allah için tutuyorum ey Bilâl.”
Raviler ihtilaf ettiler ama bir kısmı onun bu olaydan sonra Şam’a gittiğini ve orada mücahit ve murabıt olarak yaşadığını kaydederler. Bir kısım da onun Ebû Bekir’in (r.a.) ricasını kabul ettiğini, ancak Ömer (r.a.) halife olduktan sonra ondan izin istediğini ve Şam’a gittiğini kaydederler.
Her halükarda Bilâl cihat için sınırlara gitmiş ve İslâm devletinin sınır muhafızlarından biri olmuştu. Böylelikle Allah Resûlü’ne (s.a.v.) kavuşurken en hayırlı amel üzerine olacaktı.
Son ezanı, Hz. Ömer’in hilafeti sırasında halkın Ömer’den Bilâl’ın bir vakit olsun ezan okumasını istemeleriyle okudu.
Halife, Bilâl’ı çağırmış, namaz vaktinin geldiğini söylemiş ve ezan okumasını istemişti. Bilâl çıkmış ve ezan okumuştu. Bütün sahâbe ağlamış, âdeta Resûlullah’ın devrini tekrar yaşamışlardı, Bilâl’ın ezanıyla... Daha önce hiç ağlamadıkları şekilde ağladılar. Halife Ömer (r.a.) en çok ağlayandı.
Bilâl, Şam’da Allah yolunda İslâm sınırlarını koruma görevindeyken vefat etti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder