6 Ekim 2008 Pazartesi

EBU ZER GIFARİ



Muhalefetin Başı, Servetin Düşmanı

Yeni çıkan haberi araştırmak üzere Mekke’ye yöneldi. Şu bir gerçekti ki, sarp yol, kavurucu çöl sıcaklığı, onu bitkin düşürmüş, ağrılar içinde bırakmıştı. Fakat peşine düştüğü amaç, onun yaralarını unutturmuş, ruhunu güzel bir duygu bürümüştü.

Kureyş’in arasına kendisini belli etmeksizin girdi. Sanki, putları tavaf et­mek isteyen, kendilerinden biri imiş gibiydi. Yahut yolunu şaşırmış veya çok uzun yoldan gelmiş, dinlenmek ve yiyecek almak için sığınmış birinin görünümünü andırıyordu. Eğer Kureyş, onun Muhammed’i (s.a.v.) ara­dığını ve onu dinlemek üzere geldiği bilseydi, öldürürlerdi.

Kureyş’in kendisini öldürmesi hiç önemli değildi. Ancak bu, kendi­sini gör­mek için uzun çöller kat ettiği kimseyle görüştükten sonra olma­lıydı. Yani iman ettikten sonra… Şayet doğruluğuna kanaat getirir, dave­tini benimserse...

Uzaktan Kureyş’in konuşmalarını dinliyor. Nerede Muhammed’den (s.a.v.) bahseden bir topluluk görse, hemen onlara yaklaşıyordu. So­nunda şurada burada dinlediği konuşmalardan Muhammed’in (s.a.v.) yerini öğrendi.

Aydınlık bir günde oraya gitti. Allah Resûlü’nü tek başına oturuyor­ken buldu. Yaklaştı ve: “Sabahın hayırlı olsun ey Arap kardeş!” dedi.

Allah Resûlü (s.a.v.): “Selâm üzerine olsun ey kardeş!” diye cevap verdi. Ebû Zer: “Söylediklerinden bir iki şiir oku” dedi. Allah Resûlü (s.a.v.): “O şiir değil ki sana teren­nüm edeyim. O Kur’ân-ı Kerîm’dir.” buyurdu.

Ebû Zer: “O hâlde oku bana.” dedi.

Resûlullah (s.a.v.) okudu, Ebû Zer dinledi. Çok geçmedi ki, Ebû Zer haykırdı:

“Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilah yok! Ve yine şehâdet ede­rim ki, Muhammed onun kulu ve elçisidir!” dedi.

Resûlullah (s.a.v.) sordu: “Ey Arap kardeş kimlerdensin?”

Ebû Zer: “Gıfar’danım.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Allah Resûlü’nün (s.a.v.) dudaklarını acı bir gülüm­seme, yüzünü dehşet ve hayret kaplamıştı. Ebû Zer de aynı şekilde güldü. Çünkü kendisi Gıfar kabilesindendi. Gıfar kabilesi ki, yol kesicilikte onlara yetişebilecek kabile yoktu. Kabile halkı gayri meşru işlerde örnek olmuştu. Gece karanlığının hüküm­ranıydılar. Bir kimse gece yola çık­maya görsün, gece, onu Gıfar kabilesinden bi­rine teslim ederdi.

Onlardan birinin gelip de müslüman olabileceği düşünülebilir miydi?

Ebû Zer, kendi hikâyesini şöyle nakleder:

“Resûlullah (s.a.v.) gözlerini kaldırdı ve Gıfar kabilesinden olmam­dan dolayı hayretle baktı. Sonra şöyle dedi: “Allah dile­diğini hidâyete erdirir.” Evet, Allah dilediğini doğru yola iletir.”

İşte Ebû Zer, Allah’ın kendisi için hidâyet dilediği ve hayır murat et­tiği kimselerdendi. Çünkü o, Hakk’ı görebilen basiret sahibiydi. Ondan rivayet edilir ki, kendisi putlara ibadet edenlerden biriydi. Sonra yaratıcı, yüce İlâh’a imana yöneldi.

Putları ve onlara ibadet edenleri kınayan, bir olan Allah’a ibadete ça­ğıran bir Peygamber’in ortaya çıktığını duyar duymaz, ona gelmek üzere yola koyuldu.

* * *

Ebû Zer vakit geçirmeden müslüman oldu.

Onun müslüman olmadaki sırası beşinci ya da altıncıydı. Yani onun müslüman olması ilk günlerdeydi. En erken müslüman olanlardandı.

O sırada Allah Resûlü (s.a.v.) daveti gizli yapıyordu. Ebû Zer’le bir­likte ina­nanların sayısı beşe ulaşmıştı. Artık Ebû Zer için göğsünde taşı­dığı imandan daha önemlisi yoktu. Kimseye durumu fark ettirmeden Mekke’den ayrılıp, kav­mine döndü.

Ebû Zer -yani Cündüb b. Cünade- aceleci bir tabiata sahipti. Nerede olursa olsun batıla meydan okusun diye yaratılmıştı. Şimdi o batıl, birer dikilmiş taş olarak önündeydi. Halbuki putlara ibadet edenlerin doğumu, putlarınkinden daha önce idi. Buna rağmen kavmin uluları ve akıllı geçi­nenleri, onların önünde iki kat eğiliyorlardı. İnsanlar da o putlara “Lebbeyk! Lebbeyk! (Emrinizdeyiz! Emrinizdeyiz!)” diyerek yalvarmalı sesleniyorlardı.

Allah Resûlü (s.a.v.) o günlerde gizli tebliği tercih ediyordu. Ancak böylesi bir dava adamı Mekke’den ayrılmadan, açıktan tebliğ işini yapma­lıydı. Nitekim Ebû Zerr’in aceleciliği, Resûlullah’a (s.a.v.) yönelttiği şu soruda görülmek­tedir:

“Ya Resûlullah! Ne emredersiniz?!”

Allah Resûlü (s.a.v.): “Şimdilik kavmine dön, bilahare emrim sana ulaşır.” buyurdu.

Ebû Zer: “Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki, Mescid-i Harâm’da müslüman olduğumu açıklamadıkça kavmime dönmem!” dedi.

Ben size demedim mi, bu, aceleci ve tez canlı bir insandır diye? Ona deniyor ki, kimseye fark ettirmeden, ağzını açmadan kavmine dön. Ama bu istek, onun tabia­tını zorluyor, güç yetirebileceği bir şey değil.

Ve Mescid-i Harâm’a dalıyor var gücüyle: “Şehâdet ederim ki, Al­lah’tan başka ilah yok ve şehâdet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Resûlü’dür.” diye haykırıyor. Bu haykırış, İslâm’ın ilk haykırışıdır. Müşriklerin kulağına ilk değen sestir. Bu hay­kırışı, bu çağrıyı, Mekke’de, aile ve akrabası ve koruyucusu bulunmayan yabancı bir adam yapıyor. Bunu duyan müşrikler koşup, etrafını sarıyorlar ve onu bayıltın­caya kadar dövüyorlar.

Ebû Zerr’in dövüldüğü haberi Resûlullah’ın amcası Abbas’a ulaşınca hemen koşuyor; ama müşriklerin ellerinden kurtarmaya gücü yetmiyor. Bunun üzerine zekice bir çare düşünüyor ve şöyle sesleniyor:

“Ey Kureyşliler! Sizler tüccarsınız. Yolunuz Gıfar yurdundan geçiyor. Bu adam da onlardandır. Eğer Gıfar oğulları bu durumu duyarlarsa, ker­vanlarınızın yollarını keserler.”

Bunu duyunca, haklı buldular ve Ebû Zerr’i bırak­tılar.

Ama Ebû Zer, Allah yolunda eza ve cefa görmenin tadını almıştı. Bundan dolayı Mekke’den ayrılmak istemiyordu. Hatta bu ezanın artma­sını istiyordu. İkinci gün -belki aynı gün- Ebû Zer, Kâbe’de Usaf ve Nâile adındaki putlara ibadet eden iki kadına rastladı. Onların karşılarına diki­lip, putlarını kötülemeye başladı. Kadınlar çığlığı basınca, etraftaki er­kekler Ebû Zerr’in üzerine yürüdüler ve onu ba­yıltıncaya kadar dövdüler.

Bu olayı üçüncü kez tekrar edince, Allah Resûlü (s.a.v.) bu yeni öğ­rencisinin tabia­tını ve bâtıla karşı koymadaki direncini anladı Bunun üze­rine emrini yineledi ve dinin açıktan tebliği haberi kendisine ulaşıncaya kadar kavmine geri dönüp beklemesini söyledi.

* * *

Ebû Zer, ailesine ve kavmine döndü. Onlara Allah Resûlü’nün (s.a.v.), Bir Al­lah’a ibadete çağırdığını ve güzel ahlâka davet ettiğinden bahsetti. Kavmi peş peşe müslüman olmaya başladı. Gıfar kabilesiyle yetinmedi. Eslem kabile­sine geçti. Işıkları orada yaktı ve onları da aydın­lattı.

Günler günleri kovaladı… Allah Resûlü (s.a.v.) Medine’ye hicret etti, oraya yerleşti. Bütün müslümanlar da Onunla birlikteydi.

Bir gün Medine’nin yüksek yerlerinde uzun saflar hâlinde binekli ve yaya­lardan oluşan bir kalabalık görüldü. Eğer yüksek sesli tekbirleri olmasa, gören bun­ları müşrik ordusu sanırdı. Kalabalık yaklaştı, Medine’ye girdi. Yönlerini Allah Resûlü’nün (s.a.v.) mescidine çevirdiler. Bu kalabalık Gıfar ve Eslem kabileleriydi. Ebû Zer hepsini çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç toplamış, getirmişti. Hepsi inanmış mü’min kimselerdi.

Resûlullah’ın (s.a.v.) hakkıydı hayret ve dehşet içinde kalmak. Dün, Gıfar kabile­sinden biri geliyor, müslüman oluyor ve Allah Resûlü’nü şa­şırtıyordu. Ve Allah Resûlü (s.a.v.): “Allah dilediğini hidâyete erdirir.” diyordu.

Bugün ise, bütün bir Gıfar kabilesi, bütün bir Eslem kabilesi Ebû Zerr’in elinde imana ermiş olarak geliyordu.

Bir zamanların bozguncu erleri, şeytanın halifeleri şimdi iyilik erleri ve Hakk’ın halifeleri oluyorlardı.

Allah dilediğini hidâyete erdirir sözü hak değil de nedir? Allah Resûlü onları, gıpta, şefkat ve sevgi ile seyrediyor. Gıfar kabilesine bakıyor ve şöyle di­yor: “Gıfar! Allah sizi mağfiret etsin, bağışlasın!”

Eslem’e dönüyor: “Eslem! Allah sizi sâlim, kurtulmuş yapsın!”

Ebû Zer… Allah Resûlü, bu eşsiz dava adamını, bu bükülmez bileği, bu yılmaz ira­deyi özel olarak selâmlıyor.

Evet, onun mükafatı bağışlanmışlık, selâmı berekettir. Artık o, en onurlu, en yüce, en izzet sahibi mü’mindir.

Asırlar geçecek, nesiller değişecek; ama insanlar arasında Allah Re­sûlü’nün onun hakkında söylediği şu söz hep taze hep canlı kalacak:

“Yeryüzü, Ebû Zer’den daha doğru sözlü bir kimseyi barındırmamış, gölgelendirmemiştir.”

* * *

Ebû Zer’den daha doğru sözlü??...

Allah Resûlü (s.a.v.) onun geleceğini okumuş ve âdeta bütün haya­tını bu sözlerle özetlemişti. Cesaret ve doğruluk, Ebû Zerr’in mayasıydı, özüydü, cevheriydi…

Özü doğru, sözü doğru… Kalbi doğru, dili doğru…

Bundan sonra da doğruluk, dürüstlük içinde yaşayacaktı. Ne kendi­sini ne de başkasını aldatacaktı. Aldatılmaya da asla izin vermeyecekti.

Konuşmayan kimse için dürüstlük bir fazilet olamazdı. Ebû Zerr’e göre su­san dürüst kimse dürüst değildir. Dürüstlük, hakkı açıklamayı ve ilân etmeyi gerektirir.

Allah Resûlü (s.a.v.), öteleri gören basireti sayesinde Ebû Zer’deki dürüstlük, doğ­ruluk ve cesaretin Allah vergisi olduğunu görmüştü. Bunu bilen Allah Resûlü (s.a.v.), sürekli olarak Ebû Zerr’e sabırlı ve yavaş dav­ranmasını emrediyordu.

Bir gün Resûlullah (s.a.v.) ona şu soruyu sordu:

“Ebû Zer, kendilerine ganimetten pay ayıran birtakım valilerle karşıla­şırsan ne yaparsın?”

Ebû Zer: “Seni Hak olarak gönderene yemin olsun ki, o zaman kılı­cımla onları öldürürüm.” dedi.

Resûlullah (s.a.v.): “Sana bundan daha hayırlısını söyleyeyim mi? Benimle buluşuncaya (ölünceye) kadar sabret!” buyurdu.

Düşünün! Allah Resûlü (s.a.v.) niçin özellikle valiler ve mal ile ilgili düşüncesini sordu? Çünkü Ebû Zerr’in daha sonra ve geçmişte karşıla­şacağı yegane sorun bu ikisinden olacaktı. Bunu bildiği için Hz. Pey­gamber (s.a.v.) Ebû Zerr’e sabır tavsiye ediyordu. “Benimle buluşuncaya (ölünceye) kadar sabret!” buyuruyordu.

Ebû Zer, vasiyeti tutacaktı. Nitekim asla kılıca sarılmadı. Ama üm­metin malını çarçur eden yöneticilere karşı bir an susmadı, hep on­ları eleştirdi.

Allah Resûlü (s.a.v.), böylesi yöneticilere karşı kılıç kullanmasını ya­saklamıştı; ama, diliyle eleştirmesini yasaklamamıştı.

Resûlullah (s.a.v.)’in ve ondan sonra gelen Ebû Bekir ve Ömer (r.a.)’nın devirleri, yaşam değişikliklerine ve fitneyi körükleyici etkilere fır­sat vermeyecek şekilde geçti. Hatta meyilli olanlar bile, bu türden deği­şikli­ğe bir yol ve çıkış bulamadılar. Bugünlerde Ebû Zerr’in, ne sesini yükselt­mesini, ne de eleştirmesini gerektirecek sapmalar olmadı.

Hz. Ömer’in uzun yönetimi devrinde, müslümanlar, yöneticiler ve zenginler üzerine uygulanan tutumluluk ve adaletle yönlendirici uygu­lama âdeta beşer takatinin üstündeydi.

Irak valisi, Şam valisi, Sana valisi veya herhangi bir yerin valisi, halkın bulamadığı ya da yiyemediği tatlı bir şeyi yiyemiyordu. Aksine bir haber Ömer’e (r.a.) ulaştığında, derhal vali Medine’ye çağrılı­yor ve hesabı so­ruluyordu.

Bundan dolayı Ebû Zer, Hz. Ömer’in yönetiminden son derece mem­nundu.

Ebû Zer, mal biriktirilerek insanlar üzerine baskı kurulmasından son derece rahatsız oluyordu. Ömer b. Hattâb’ın servet dağılımında gözettiği adaleti çok yerinde buluyor ve hoşnut oluyordu.

Aynı şekilde ibadet ve cihadı ihmal etmenin de karşısındaydı.

İnsanların en takvalıları, en adaletlileri ve uluları arkalarında bir sürü varlık bırakarak gitmişlerdi. Fakat fetihler son haddine ulaşmış, mala mülke karşı rağbet artmıştı. Çünkü İslâm dünyası fetihlerle bir hayli zen­ginlemişti.

Ebû Zer tehlikeyi gördü…

Şahsî şöhret elde etmek, görevleri Allah’ın ismini yüceltmek olan kimseleri bu amaçtan saptırabilirdi.

Baş döndürücü cazibe ve saptırıcı hoşluğu, dünyanın âhiretin tar­lası olması anlayışını mücahitlere unutturabilirdi.

Kime rağmen veya kim olsalar bile?..

Muhammed’in (s.a.v.) ashâbı bile olsalar... O Muhammed (s.a.v.) ki, bütün kavimlerin ganimetleri ayakları altında olmasına rağmen öldü­ğün­de zırhı rehin durumdaydı.

Allah bu dünya servetini bütün insanlar için yaratmış ve onların bu servetteki haklarını da yeterli olacak şekilde belirlemiştir.

Mesuliyet sahibi kimseler, bu malları koruma hususunda Allah ka­tında ve­recekleri hesaptan çekinerek, davranmaktadırlar.

Ebû Zer el-Gıfârî, tüm bu servet toplayanları, biriktirenleri görüyor, göre­vinin ne olduğuna veya sorumluluğuna bakmaksızın hepsine karşı kılıcına sarılıyordu. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vasiyetini hatırlayınca kılı­cını tekrar kınına yerleştiriyordu. Çünkü bir müslümana karşı kılıç çekmek doğru değildi.

“Mü’min, mü’mini ancak yanlışlıkla öldürebilir.”

Onun üstlendiği rol öldürmek değil, itiraz etmekti.

Kılıç hiçbir zaman toplumsal değişmeyi veya bir olgunun toplumda yerleş­mesini sağlayamaz. Bunu ancak doğru, güvenilir ve tutarlı söz sağlayabilir.

Doğru söz; ne kimseyi saptırır, ne de geleceği bulandırır.

Allah Resûlü (s.a.v.) ashabından bir topluluğa bir gün şöyle demişti: “Gökte ve yerde Ebû Zer’den daha doğru sözlüsü yoktur.”

Böylesine ikna edici, dosdoğru ve keskin bir söze sahip olan birinin kılıca ne ihti­yacı olabilirdi? Onun söyleyeceği bir tek söz dünya dolusu kılıçtan daha etkilidir.

Bu etkili sözüyle yöneticilere, zenginlere ve dini bırakıp dünyaya meyle­denlere karşı çıkmalıydı. O din ki; hidâyete erdiricidir, hidâyetten uzaklaştırıcı değil; pey­gamberliktir, krallık değil; rahmettir, azap değil; tevazudur, gurur değil; yetin­mektir, toplamak değil; kanaattir, kanaatsiz­lik değil; dünyada kardeşlik ve sevgi yaymaktır, fitne ve bozgunculuk değil...

İşte bütün bunlara karşı çıkmalıydı. Ta ki, Allah onunla, onlar ara­sında hükmünü versin. Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.

Ebû Zer, baskı ve servet kalelerine karşı çıktı. Onlara tek tek sert eleştiriler yöneltti. Sonunda etrafında savunduğu görüşlere ilgi duyanlar çoğalmaya, görüş­leri onu henüz hiç görmemiş uzak ülkelerde bile taraf­tar bulmaya başladı.

Eğer bu mübarek öfkeli insan, kendisi ve hareketi için bir amblem yapmak istese bu, ateşten kızarmış bir demir parçası olurdu. Nitekim onun her zaman her mekanda söylediği şu sözler âdeta bir marş gibi insanlarca söylenir olmuş­tur:

“Altın ve gümüş biriktirenleri, ateşte kızdırılmış bir demirle müjdele­yin! Kı­yamet günü onunla yüzleri ve böğürleri dağlanacaktır.”

Dağa tırmanırken, ovaya inerken, şehre girerken bir yönetici ile kar­şılaşır­ken hep bu marş dilindeydi.

İnsanlar ne zaman Ebû Zerr’in kendilerine doğru geldiğini görseler:

“Altın ve gümüş biriktirenleri, ateşte kızdırılmış bir demirle müjdele­yin!” sözlerini duyarlardı.

Ne zaman bir stoklanmış mal, baskıcı bir idare veya dünya sevgisine yö­nelme görse, bu sözlerini bayrak gibi açıyor, onlarla mücadele edi­yordu.

Bunlardan en korkunç olanı Şam’da Muaviye b. Ebû Süfyân’la olan mücadelesi idi. Muaviye, birçok İslâm beldesine hükmediyor, insanlara hesapsız derecede mal dağıtıyor, bununla saltanatının geleceğini garanti altına almış oluyordu. Şam’da birçok konut, saray ve servet bulunu­yordu. Bu davranış, böyle mal mülke sahip olma­yanları fitneye sürüklüyordu. Bunu en önce fark edenlerden biri de Ebû Zer idi.

Âdeta muhalefetin lideri olan Ebû Zer mütevazı nidasına sarıldı. Şam yolunu tuttu. Halk, onun gelişini duyunca bir sevinçle karşıladı ve nereye gitse etrafından ayrılmadılar.

“Bize hadis naklet ey Ebû Zer!

Bize hadis söyle ey Allah Resûlü’nün dostu!” diyorlardı.

Ebû Zer, bir etrafında toplanan fakir ve muhtaç insanlara baktı, bir de dev gibi yükselen saray ve konutlara. Sonra şöyle dedi:

“Evinde yaşamasına yetecek kadar gıdası olmayan şu insanlara şaşı­yorum! Nasıl oluyor da kılıçlarını çekip şu insanlara isyan etmiyorlar?” diye haykırdı. Ama birden Allah Resûlü’nün (s.a.v.) vasiyetini hatırladı. Devrim yerine sabrı, kılıç ye­rine şecaati koymalıydı. Harp kelimesini bıra­kıp, mantık ve ikna kelimelerini almalıydı. İnsanlara, tarağın dişleri gibi eşit olduklarını, rızıkta ortak oldukla­rını, birinin diğerine üstünlüğünün ancak takva ile olduğunu, kavmin yönetici veya valisinin ilk acıkan ve son doyan olması gerektiğini öğretmeliydi.

Bütün İslâm dünyasında sözlerinin ve şecaatinin umumî bir görüş olmasına karar verdi. Böylelikle yönetici ve zenginlere karşı bir muhalefet ve caydırıcı güç oluşturulmuş olacaktı.

Şam, âdeta patlamaya hazır bir bomba hâline gelmişti. Şayet Ebû Zer bir işaret yapsa, korkunç bir ayaklanma olur, her tarafı ateş sarardı. Ama o, sükûnet ve sabrı tercih etmiş, mescit, cadde ve toplantılardaki sözleriyle yetinmişti.

Şam’daki yöneticileri rahatsız etti, Ebû Zerr’in varlığı. Sözleri, birin­den öte­kine derken sonunda Muaviye’ye ulaştı.

Ebû Zer, Muaviye’nin karşısında tıpkı Resûlullah’ın (s.a.v.) vasfettiği gibi sözünden sakınmayan biri olarak durdu. Cesurca ve eğilip bükülme­den Muaviye’ye, vali ol­madan önceki serveti ile şimdiki servetinin duru­munu, Mekke’deki evi ile Şam’daki sarayının arasındaki farkı sordu.

Sonra Muaviye’nin etrafında bulunanlardan servet, villa ve saray edinmiş olanlara sordu.

Sonra topuna birden şöyle haykırdı:

“Allah Resûlü’ne inen Kur’ân’ın muhatapları sizler değil misiniz?”

Ve onlar adına cevap verdi:

“Evet, Kur’ân size hitaben indi. Ve siz onu Allah Resûlü (s.a.v.) ile be­raber müşahede ettiniz!..”

Döndü ve tekrar sordu: “Kur’ân’daki şu âyeti görmediniz mi? Bilmiyor mu­sunuz? “Altın ve gümüş biriktirenleri ve onları Allah yo­lunda infak etmeyenleri elim bir azapla müjdele...” (Tevbe, 34)

“Kıyamet günü o biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri cehen­nem ateşinde kızdırılacak da, bu mal toplayanların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlana­cak ve onlara şöyle denecektir: “İşte bu, ne­fisleriniz için kasalara tıkıp sakladıkla­rınız. Artık topladıklarınızın acı­sını tadın bakalım.” (Tevbe, 35)

Muaviye: “Bu âyet ehl-i kitap hakkında nazil olmuştur.” diyerek karşı çı­kınca Ebû Zer haykırdı: “Hayır, bizler ve onlar (müslümanlar ve ehl-i kitab) hakkında indirildi.” dedi.

Ebû Zer, Muaviye ve yanındakilere ellerinde bulunan malları, saray ve konakları, ihtiyaçları miktarı hariç bir an evvel ellerinden çıkarmaları için nasihatte bulundu.

Toplantı yerleri ve topluluklar, bu dehşetli tartışma ve Ebû Zerr’in haberiyle çalkaladı.

Ebû Zerr’in marşı evlerde ve sokaklarda yükseldi: “Biriktirenleri kı­yamet günü kızdırılmış demirle müjdele.”

Muaviye, tehlikeyi hissetti ve bu öfkeli ses karşısında korktu. Ama Ebû Zerr’in toplum içindeki yerini bildiği içinde dokunamadı. Bunun üzerine Halife Osman’a (r.a.) alelâcele mektup yazıp, “Ebû Zer Şam’da insanları ifsat ediyor.” diye bildirdi.

Hz. Osman da Ebû Zerr’i Medine’ye çağıran bir mektup yazdı.

Ebû Zer ridâsının iki ucunu omzuna atıp, Şam’ı terk ederek Medi­ne’ye yöneldi. Dımaşk böylesine hüzünlü bir ayrılığa daha önce sahne olmamıştı.

* * *

“Sizin dünyanızdan bir şey istemem!”

İşte böyle demişti Ebû Zer. Medine’ye vardıktan sonra Halife Os­man’la (r.a.) aralarında uzun bir konuşma geçti. Halife, bu ko­nuşmadan ve şehirlerden Ebû Zerr’in görüşlerinin tehlikesine dair aldığı ha­berlerin ardından Ebû Zerr’in Medine’den uzakta tutulmasına karar verdi. Bu ka­rarını yumuşak bir üslup ile ona şöyle aktardı:

“Burada, yanımda kal. Sabah gider, akşam gelirsin.”

Ebû Zer: “Sizin dünyanızdan bir şey istemem!” cevabını verdi.

Evet, insanların dünyasından hiçbir şeye ihtiyaç yoktu. O, gönlü bol, ha­yatı alıp vermekle geçiren insanların dünyasındandı.

Hz. Osman’dan Rebeze denen mevkiye gitmek için izin istedi, o da verdi.

O, ateşli muhalefetini sürdürürken, ruhunun derinliklerinde Allah Resûlü’nün (s.a.v.) kılıca sarılmayacağına dair vasiyetini hep korudu. Sanki Allah Resûlü (s.a.v.) bütün gaybı görmüş ve bu güzel nasihatini ona hediye etmişti.

Bundan dolayı Ebû Zer, kendi davetini ve sözlerini heva ve hevesle­rini tat­min için kullanarak, fitne çıkarmaya meyledenleri görünce rahatsız olmuş, endi­şesini de gizlememiştir.

Rebeze’de iken bir gün Kûfe’den bir heyet gelmiş ve Halife’ye karşı isyan bayrağı açmasını teklif etmişti. Onları azarlayarak şöyle demiştir:

“Allah’a yemin olsun ki, şayet Osman beni en yüksek bir ağaca veya dağa asmak istese, gene onun sözünü dinler, ona itaat eder, sabreder ve hüsnüniyet besler ve bütün bunların benim için en hayırlı olduğunu dü­şünürüm!

Beni dağ, taş süründürse, yine onu dinler, itaat eder, sabreder, hüsnüniyet besler ve bütün bunların benim için hayırlı olduğunu düşü­nürüm!

Beni evime kapatsa, yine onu dinler, itaat ve sabreder, hüsnüniyet besler ve bütün bunların benim için en hayırlı olduğunu düşünürüm.”

İşte bu adamın, dünyaya ait hiçbir şeyde gözü yoktu. Bundan ötürü de Allah ona basîret nurunu nasip etmişti. Bu basîretiyle, ortalığı fitnenin saracağını kavra­dığı anda, ondan uzak durmuş, bunun aksine etrafı şaş­kınlık ve haksızlıklara karşı bir teslimiyet havası kapladığında bundan da uzak durmuş, kılıcını değil ama sesini yükseltmiş, hak bildiğini, doğru gördüğünü var gücüyle haykırmıştır.

Ebû Zer, bütün zamanlarını âdeta muhalefet etmeye ayırmış ve gör­düğü yanlışlıkları tenkit etmiştir.

Bütün bir ömrünü, hüküm vermek ve mal edinme hususundaki hataları düzeltmekle geçirmişti. Ebû Zer makam ve mal sevgisinin, Allah Resûlü’nün sahâbesi olan insanları fitne ve belânın içine sürüklemesin­den endişe ediyordu.

Çünkü o, dünya ve mala aldanmanın sonuçlarını biliyordu. Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in bir daha gelmeyeceklerini biliyordu. Uzun süre Allah Resûlü’nden (s.a.v.), ashabını dünya malından sakındıran şu sözlerini dinledi: “... Dünya malı bir emanettir. Kıyamet günü bir utançtır, pişmanlıktır. Ancak on­dan hakkı olanı alan ve verilmesi ge­rekeni veren kurtulur.”

Ebû Zer, böylelikle bütün dostlarından ayrıldı. Çünkü onlar yönetici ol­maya heves ediyorlardı, bunu da çok normal bir hâl olarak kabul eder olmuşlardı.

Bir gün Ebû Musa el-Eş’arî ile karşılaştı. Cübbesini açmasa onu gö­remeye­cekti. Ebû Musa neşe içinde ona: “Ebû Zer, merhaba kardeşim!” dedi. Ebû Zer onu iterek: “Ben senin kardeşin değilim. Sen vali ve yöne­tici olmadan önce kardeşindim.” dedi.

Aynı şekilde Ebû Hüreyre ile karşılaştı, ondan uzaklaşarak, şöyle dedi. “Benden uzak dur. Sen değil misin valilik alan, bina yapmada yarı­şan, hayvanlar ve arazi edinen?”

Ebû Hüreyre kendisini müdafaa etmeye ve bu söylentilerden temiz­lemeye çalıştıysa da olmadı. Çünkü Ebû Zer onun bulunduğu makamı ve serveti çok aşırı buluyordu.

Ebû Zerr’in mantığı, iman ve doğruluk ile şekillenen bir mantıktı. Allah Resûlü ve iki halifesi Ebû Bekir ve Ömer’in (r.anhuma) bıraktıkları bir dünyada, kendi düşünce, amel ve tavırlarıyla yaşıyordu. Bazı insanlar eşitlik hususunu idealist bir görüş olarak ele alırlar; ama onun amacını kavrayamazlar. Ebû Zer ise, bu eşitliği; hayatı ve hayat tarzını belirleyici bir asıl olarak görür. Bu özellikle Allah Resûlü (s.a.v.) ile beraber yaşamış, arkasında namaz kılmış, birlikte cihad etmiş, sözünü dinleyip itaat ede­ceğine dair biat etmiş kimselerin hayatları için belirleyici bir unsur olma­lıydı. Nitekim daha önce belirttiğimiz gibi, mevki ve mal düşkünlü­ğünde insanların geleceği için bir tehlike seziyor, bundan dolayı da mevkiinin ko­runmasında ve mal adaletinde meydana gelecek çarpıklık, ileride ciddi tehlikelerin doğmasına sebebiyet verebilirdi.

* * *

Hayatı boyunca Ebû Zer, Allah Resûlü’nün ve ilk iki halifesinin san­cağını taşıdı. Nitekim o, mevki ve servet düşkünlüğünün doğuracağı sonuçları çok iyi biliyordu.

Kendisine Irak valiliği teklif edildiğinde: “Dünyanızı üzerime asla sal­mayın.” demişti.

Arkadaşı bir gün onu üzerinde eski bir elbise ile gördü ve: “Bundan başka elbisen yok mu? Birkaç gün önce yanında iki yeni elbise görmüş­tüm.” deyince, Ebû Zer: “Ey kardeşim oğlu! O iki elbiseyi benden daha muhtaç birine verdim.” diye cevap verdi. Arkadaşı: “Vallahi sen o iki elbi­seye daha muhtaçsın.” dedi. Ebû Zer bunun üzerine: “Allah’ım, bağışla! Arkadaşım, sen dünyayı gözünde büyütüyorsun. Görmüyor musun üze­rimde bir gömlek var. Ayrıca cuma namazı için başka bir tane daha var. Sütünü sağdığım bir keçim, binebileceğim bir eşeğim var. Şu içinde bulun­duğumuz hâlden daha üstünü var mı?” diye cevap verdi.

Bir gün oturmuş, hadis rivayet ediyor ve şöyle diyordu: “Dostum bana yedi şey emrederek, onları vasiyet etti:

Miskinleri ve onlardan düşkün olanları sevmemi,

Kendimden daha düşüklere bakıp, daha iyi durumda olan­lara imrenmememi,

Kimseden bir şey istemememi (dilenci olmamamı),

Akraba ile ilişkimi sürdürmemi,

Acı da olsa hakikati söylememi,

Allah yolunda, kınayıcının kınamasından çekinmememi,

“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” sözünü çokça söylememi.

O, bu vasi­yeti yaşadı. Hayatını ona uygun yaptı. Öyle ki, kavmi ve ümmeti içinde bir vicdan oldu. İmam Ali şöyle der:

“Bugün Ebû Zer’den başka, kınayıcının kınamasından çekinmeyen kimse kalmadı.”

Otoritenin sömürü aracı olarak kullanılmasına ve servet stoklamaya karşı çıkarak yaşadı. Hatayı yı­kıp, doğruyu ikame etmek için yaşadı. İyiliği emir, kötülükten nehiy etmenin mesuliyeti ile yaşadı.

Onu fetva vermekten alıkoymak istediler. Bunun üzerine o, sesini daha da yükselterek, en­gel olana şöyle dedi: “Nefsim, kudret elinde olana yemin olsun ki, kılıcı boğa­zıma dayasanız ve ben bilsem ki, Allah Resûlü’nden bir kelime olsun, boynum kesilme­den önce aktarabilece­ğim, onu söylerim.”

Keşke müslümanlar o gün onun söz ve nasihatlerini dinleselerdi. Daha başlangıcında işlerin karışmasıyla ortaya çıkan fitne yok olur, tehli­kenin hedefi hâline gelen devlet, toplum ve din tehlikelere maruz kalmazdı.

Şu an Ebû Zer ölüm döşeğinde… Şimdiki bulunduğu yeri, Halife Osman’la (r.a) aralarında anlaşmazlık çıktıktan sonra tercih etmişti. Gelin hep birlikte onu son yolculuğuna uğurlayalım ve son nefesindeki hâlini görelim…

Zevcesi Sema yanına oturmuş ağlıyor. O zevcesine soruyor:

“Niçin ağlıyorsun? Ölüm haktır.”

Kadıncağız göz yaşları içinde ona cevap veriyor:

“Sen ölüyorsun. Yanımda sana ke­fen olacak kadar bir bez parçası bile yok.”

Ebû Zer tebessüm ederek şöyle diyor: “Sakin ol, ağlama. Bir gün bir toplulukla beraber Resûlulah’ın yanındayken ondan şöyle işittim: “İçi­nizden biri bir çölde vefat edecek, mü’minlerden bir topluluk da hazır bulunacak.” O mecliste benimle birlikte bulunanların hepsi bir köyde veya cemaat içinde vefat etti. Benden başkası kalmadı. Ben işte bir çöl ortasında ölüyorum. Yola bak. Mü’minlerden bir topluluk görüyor mu­sun? Vallahi, ne ben yalan söylerim ne de bana yalan söylendi.”

Ve Allah’a ruhunu teslim ediyor… Sözü doğru çıkıyor. İşte başla­rında sahâbeden Abdullah b. Mes’ûd bulunduğu hâlde çölde seyreden bir kafile...

Daha ulaşmadan önce Abdullah b. Mes’ûd manzarayı görmüştü. Bir ceset ve yanında ağlayan bir kadınla bir çocuk…

İyice yaklaştıklarında manzara daha bir açıklıkla görülebiliyordu. İbn Mes’ûd bakar bakmaz, gözü arkadaşı ve İslâm kardeşi Ebû Zerr’in yüzüne ilişti. Gözleri yaşla doldu. Tertemiz cesedin yanında oturdu ve şöyle dedi: “Allah Resûlü (s.a.v.) ne kadar doğru söylemiş... Tek başına yürür, tek başına ölür ve tek başına dirilirsin.”

İbn Mes’ûd oturdu ve “Tek başına yürür… Tek başına ölür… Tek başına dirilirsin…” sözden ne kastedildiğini anlattı.

Bu olay Tebük Gazvesi’nde geçiyor. Hicretin 9. senesi... Resûlullah (s.a.v.) Rumlarla savaşmak için hazırlanılmasını emretti. Çünkü Rumlar, İslâm’a tuzak kurup, yok etmek istiyorlardı. Bunaltıcı sıcakların olduğu meşakkatli günlerde bu çağrı yapıldı. Yol uzak, düşman korkunçtu.

Müslümanlardan bir grup, çeşitli mazeretler ileri sürerek, sefere çıkmadılar.

Allah Resûlü ve sahâbesi sefere çıktı. Yolculuk ilerledikçe, zorluk ve meşakkat daha bir artıyordu. Bazıları geride kaldı: “Ey Allah’ın Resûlü falan geride kaldı.” dediler. Allah Resûlü (s.a.v.): “Onu bırakın. Eğer onda bir hayır varsa, Allah Teâlâ onu size katacaktır. Eğer hayırdan başka bir şey varsa da Allah sizi ondan kurtarmıştır.”

Bir ara sahâbe Ebû Zerr’i aradı. Allah Resûlü’ne Ebû Zerr’in geride kaldığını ve devesinin kendisini geciktirdiğini söylediler. Allah Resûlü onlara aynı sözü tekrar etti.

Ebû Zerr’in devesi, açlık ve susuzluktan zayıflamış, adım atamayacak derecede bitkin düşmüştü. Ebû Zer ne kadar çabaladı, hangi çareye başvurduysa kâr etmedi. Bitkinlik, hayvanı iyice çökertiyordu.

Ebû Zer baktı; hayvanla uğraşmaktan geç kalacak ve orduyu kaybe­decek. Devenin sırtından indi, yük ve yiyeceklerini sırtına vurdu, yaya olarak hızla yola koyuldu. Bütün çabası, kızgın çöl ortasında Allah Re­sûlü’ne (s.a.v.) ve sahâbeye yetişmek içindi.

Öğle vakti müslümanlar dinlenmek için konakladılar. İçlerinden biri ufukta, bir toz bulutu gördü. Bir adamın karartısı görülüyordu. Gören adam: “Ey Allah’ın Resûlü! Şu adam yola tek başına çıkmış.” dedi.

Allah Resûlü (s.a.v.): “Ebû Zer’dir o.” buyurdu.

Gelen adam hakkında konuşmaya başladılar. Adımlar mesafeyi da­ralttı, gelen yaklaştı. İşte o zaman tanıdılar. Mübarek yolcu yavaş yavaş yaklaştı. Ayakları kumdan parçalanmış, yükü sırtında ağırlaşmıştı. Ama o kutlu kafileye yetiştiği için bütün bunlara rağmen mutluydu. Allah Resû­lü’nden ve mücahit kardeşlerinden geri kalmamıştı.

Kafilenin başına ulaştığında içlerinden biri bağırdı:

“Ya Resûlullah! Vallahi bu Ebû Zer!”

Ebû Zer Allah Resûlü’ne (s.a.v.) doğru yürüdü.

Onu görür görmez Resûlullah’ın yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi ve şöyle buyurdu:

“Ebû Zerr’e Allah rahmet etsin…

Tek başına yürür...

Tek başına ölür...

Tek başına diriltilir...”

Bugünden, yirmi yıl ve daha fazla bir zaman sonra Ebû Zer tek ba­şına Rebeze’de vefat etmişti.

Hayatı, ondan başkasının ulaşamayacağı bir yolda geçti. Kahraman­lığı ve zühdü tarihte tek başına anılacaktır. Aynı şekilde Allah indinde de tek başına diriltilecektir. Çünkü onun erdem ve üstünlükleri o kadar çoktur ki, yanında başka biri için yer bırakmaz!!..


1 yorum:

Adsız dedi ki...

Rabb'im razı olsn sizden bu yazıyı yazandan,sebeb olandan herkesten.Çok güzel nefsime ağır geldiği halde okudum Allah'a hamd olsun.Muhabbetim yine arttı sayenizde...