19 Mart 2009 Perşembe

RASULULLAH'A MUHALEFET ETMEZLERDİ


O DİYARIN SAKİNLERİ'nin Peygamberimize imanları, teslimiyetleri tanıdı. Emirlerine itiraz etmezler, nedenlerini, niçinlerini araştırmazlar, imanlarına, inançlarına yakışanı yaparlardı. Peygamberden intikal eden her şeyin vahiyle alakalı olduğuna inanırlardı. O'nun boş söz söylemeyeceğini, davet ettiği esasların Hakk canibinden olduğunu kabul ederlerdi. Şartlar, zaman, mekan mefhumlarına bakarak Peygamberlerinin söz ve emirlerine karşı içlerinden bir tereddüt göstermezdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ, Peygamberimize öyle iman ile bağlanmışlardı ki kendi nefislerinden önce yüce Resûlü düşünürlerdi. İşi o derece sağlam tutmuşlardı ki içlerinden biri bir gün Peygamberimize şöyle dedi: "Ben düşmana rastladım. Babam da aralarında idi. Babamdan senin hakkında kötü bir laf işittim ve dayanamayıp ona mızrak attım ve öldürdüm."
- "Allah'a ve âhiret gününe inanmakla sebat eden hiçbir kavmin, Allah ve Resûlüne karşı gelip düşmanlık eden kimseleri -o kimseler babalan, ya oğulları, ya kardeşleri, yahut soy-sopları olsalar bile- sevip onlarla dostluk ettiklerini göremezsin." (Mücadele/22)
O DİYARIN SAKİNLERİ, Peygamberimizi, kimseye tercih etmezlerdi. Hayatlarının her bölümünde Peygamberimiz vardı, O'nun sünnetleri, hadisleri hakimdi. Onlar Peygamberlerinin (sözlerini, emirlerini) arasıra kullanmazlardı. Peygamberlerin getirdiği hayat düsturları, onlar için teneffüs edilen bir hava gibi idi. Bizler gibi, yemek duasında, zifaf duasında, namaz duasında Peygamberi, hatırlayıp, ictimaiyyat, muamelat ahlak ve mücazat konularında Peygamberimizi unutmazlardı. Onun için onlardan Allah razı olmuştu. Şu hadise ibretimiz olarak bütün canlılığını korumaktadır: Müslüman olmadan önce Mekke'nin reisi Ebu Süfyan (r.a.) Medine'ye gelmişti. Hiç kimse yüzüne bakmadı. Kalkıp, kızı olan ve Peygamberimizin hanımlarından bulunan Ümmü Habibe'nin (r.a.) yanma gitti. Peygamberimizin yatağı ve deriden olan seccadesinin üzerine oturmak istedi. Ümmü Habibe hemen katlayıp kaldırdı. Ebu Süfyan ona:
- "Kızım, sen beni mi yatağa, yoksa yatağı mı bana layık görmedin? dedi." Ümmü Habibe (r.a.):
"Hayır, sen yatağa layık değilsin. Çünkü yatak Resûlullah'ındır. Sen ise müşrik olduğun için necissin" diye cevap verdi.
O DİYARIN SAKİNLERİ Peygamberimiz'in sevdiğini kendi sevdiklerine tercih ederlerdi. Çünkü Peygam-berimizin sevgi ve muhabbeti onların hücrelerine kadar, iliklerine kadar işlemiştir. Şu hadise oldukça manalıdır;
Hz. Ebubekir (r.a.)'m, babası Ebu Kuhafe müslüman olmak ve bey'at etmek için Peygamberimizin yanma gelmişd. Ebu Kuhafe elini Peygamberimizin eline doğru uzatınca Hz. Ebubekir ağladı. Peygamberimiz; - "Ey Ebu Bekir niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Hz. Ebu Bekir (r.a.):
- "Ya Resûlallah, eğer bu el şimdi amcan Ebu Talib'in eli olup da senin gözün amcanın müslümanlığı ile aydın olsaydı ben daha çok sevinirdim" dedi.
İşte böyle idi o diyarın sakinleri. Hayatlarında, dünyalarında Peygamberimize bu kadar değer ve önem veriyorlardı. Yüzde doksan dokuzu müslüman denilen şu memlekette,
Cumhuriyet döneminde yaşayan müslümanlar yüzlerce defa peygamberimize hakaretler, iftiralar, yalanlar uydurdukları halde yüzleri bile kızarmazdı. Gazetelerde açık oturumlar da, makalelerde o yüce Resûle yakışmayan çok şeyler söylendi fakat cevapsız kaldı. Cevapsız kalması lazımdı. Çünkü o gibi gazeteleri yaşatanlar Peygamberini tanıyamamış, müdafaadan aciz müslümanlardı.
O DİYARIN SAKİNLERİ, Peygamberimizi yanlarında da gıyabında da korurlardı. Aleyhinde bulunan münafık tipli insanlara fırsat vermezlerdi.
Sahabeden olan Hz. Garefe ile alakalı bir hadise şöyle olmuştur: - Bir gün bir hıristiyan Peygamber Efendimize söver. Garefe (r.a.) Hıristiyan iyice döver ve burnunu kırar. Hadise Amr b. As'a intikal eder. Amr:
- "Biz gayri müslimlere teminat vermiş bulunuyoruz, deyince" Garefe (r.a.):
- "Allah bizi onlara, Peygamberimize alenen sövsün diye teminat vermekten korusun." demiş. Hz. Amr'da: "Doğru söylüyorsun" demiştir.
Uzun lafa gerek yok. Belki tarih ve zaman olarak Peygamberimiz ile bizim aramııda 1400 küsür yıl olabilir fakat getirdiği hayat düsturları ile aramıza mesafe koyamayız. Gerçek iman bunu kabule yanaşamaz. Peygamberimizi bir kenara atarak, O'na zıt olan güç ve şahıslarla uzlaşamayız. Peygamberimiz nerede ise biz de orada olmalıyız. Kafaların ürettiği cazibeli fücirlere kanıp Peygamberimiz'i ibadet, namaz, zekat, hac bölümünde tanıyıp, diğer sahalarda tanımamazlık etmemeliyiz. Bunlar bir hastalıksa, -ki şüphe yoktur- böyle bir hastalığın sonu imam kaybetmektir. İmanı kaybetmek istemeyen müslümanlar Peygamberlerine (emir ve sünnetlerine) sahip çıksınlar. Söz ve emirlerini baş tacı yapsınlar. O'ndan gelen emirler müslümanı camiye hapsettirmiyor. Bilakis hayata hakim kılınmak noktasında, müslümanı vazifelendiriyor. Biz peygamberimizi bütün yönleri ile kabul etmek mecburiyetindeyiz. Bunun gerisi laf-u güzafdır.
Abdullah Büyük

Hiç yorum yok: