7 Eylül 2008 Pazar

MUS’AB b. ÜMEYR


İslâm’ın İlk Elçisi
Muhammed (s.a.v.)’in ashabından bir zat bu. Onunla size başlama­mız ne güzeldir!
Kureyş gençlerinin gözbebeği, güzellikte, gençlikte onların en ku­sursuzu.
Tarihçiler ve raviler onu tavsif ederken: “Mekke halkının en hoş insa­nıydı.” derler.
Varlıklı bir ortamda dünyaya geldi. O varlık içinde yetişti, gençliğini geçirdi. Mus’ab b. Ümeyr, hiçbir Mekkelinin görmediği müsamahayı ailesinden gördü.
Çiçeği burnunda, her türlü varlık içinde yetişmiş, Mekke’nin güzelliği, meclislerin incisi, böyle bir gencin imana yönelmesi, İslâm’a koşması mümkün müydü?
Allah’a yemin olsun ki, Mus’ab b. Ümeyr’in veya müslümanların ara­sın­daki lakabıyla Mus’abu’l-hayr’ın hikâyesi, en ilginç hikayedir.
İslâm’ın rengini verdiği, Muhammed (s.a.v.)’in terbiye ettiği kimse­lerden biridir.
Ama hangisi?
Onun hayat hikayesi insanlık içinde bir şeref tablosudur. Bu genç bir gün Mekke halkının Muhammed el-Emin’den işittiği şeyi işitti.
Muhammed, Allah’ın kendisini müjdeleyici, sakındırıcı ve bir olan Allah’a ibadete çağıran olarak gönderildiğini söylüyordu.
Mekke bütün problemlerini, uğraşlarını bir tarafa bırakmış, sadece Allah Resûlü ve onun getirdiği din ile meşgul oluyordu. Refah içindeki bu genç de in­sanlar içinde bununla en çok ilgilenenlerdendi.
Gençliğine rağmen meclislerin vazgeçilmez insanı olan Mus’ab, her mecliste bulunması istenen bir şahsiyet olmuştu. Sözlerinin güzelliği ve aklının üstün­lüğü kendisine bütün kalbleri ve kapıları açıyordu.
İşitti ki, Allah’ın Elçisi ve ona inananlar Kureyş’in erişemeyeceği ve eziyet edemeyeceği uzaklıkta bir yerde toplanıyordu. Burası Safa tepe­sinde Erkam’ın eviydi. Hiç tereddüt ve duraksama göstermeksizin bir akşam Daru’l-Erkam’a gitti.
Orada Allah’ın elçisi vardı. Ashabıyla karşılıklı oturmuşlar, onlara Kur’ân okuyor, onlarla beraber Allah için namaz kılıyorlardı.
Mus’ab âdeta yerinde duramıyordu. Resûlullah’ın kalbinden fışkırıp, du­daklarından akan âyetler, kulaklara ve günüllere yollanıyordu. Öyle ki Mus’ab’ın gönlü, o akşam dolu dolu olmuştu.
Öylesine huzurla dolmuş sanki yerden kopup kanatlar üzerinde uçu­yordu.
O sırada Allah Resûlü mübarek sağ ellerini uzattılar ve kalbi çarpan gencin omuzuna dokundular. İşte o an okyanus derinliğindeki sakinliğe ermişti. İman nuruyla aydınlanan ve İslâm ile şereflenen genç, âdeta olgunlaşmış, hayatının akışı değişmişti
Mus’ab’ın annesi Hunnas bint. Mâlik, korkunç güçte bir şahsiyete sahipti. Mus’ab müslüman olduğunda, yeryüzünde korktuğu yegâne kimse annesiydi. Bütün Mekke ileri gelenleri ona baskı yapsalar veya üzerine gelselerdi, ona daha hafif gelirdi. Annesinin düşmanlığı bütün bunların yanında güç yetirilemeyecek korkunçluktaydı. O anda hemen­cecik düşündü ve Allah’ın hükmü yerine gelin­ceye kadar müslümanlığını gizlemeye karar verdi.
Daru’I-Erkam’a artık sürekli gidip geliyor, Resûlullah’ın dizi dibine oturu­yordu. İman ettiği ve imanını annesinden gizlemekle öfkesinden kur­tulduğu için son derece mutluydu. Fakat özellikle bu günlerde Mek­ke’de bir sırrın gizli kal­ması olanaksızdı. Kureyş’in gözü, kulağı inananla­rın üzerinden eksik olmuyordu.
Daru’l-Erkam’a gizlilikle giren Osman b. Talha ilk olarak gördü. Bir sefe­rinde de onu Muhammed (s.a.v.) gibi namaz kılarken gördü. Âdeta çöl rüzgarları birbiriyle yarış etti de hemen haberi Mus’ab’ın annesine yetiştirdiler.
Mus’ab, annesi, kabilesi ve bütün Mekke uluları huzurunda dimdik dur­muş, Hakka olan kesin bağlılığını ve sebatını onlara Kur’ân’dan âyetler okuya­rak gösteriyordu.
Allah Resûlü o Kur’ân’la onların kalplerini yıkıyor, hikmet, şeref, adalet ve takva ile dolduruyordu. Annesi Kur’ân okuyan Mus’ab’ı sustur­mak için harekete geçtiyse de Onun güzelliği, yumuşaklılığı karşısında pek bir şey yapamadı. An­nelik duygusu ağır bastı, dövmek ve işkence etmek gibi şeylerden vazgeçti. Ama ilâhlarına dil uzatmasından dolayı da başka bir cezalandırma usulüne baş vurdu. Böylelikle Mus’ab’ı evinin direklerinden birine bağladı, kapıyı da üzerine kilitledi. Bu durum müslümanlardan bir kısmının Habeşistan’a hicret haberini alıncaya kadar sürdü. Bunu duyar duymaz çareler aramaya koyulan Mus’ab, bir gün an­nesi ve muhafızını gaflete getirip, Habeşistan’a muhacir olarak gitti.
Habeşistan’da diğer muhacir kardeşleriyle birlikte bir zaman kaldılar, sonra tekrar Mekke’ye döndüler. Resûlullah’ın emri üzerine ikinci defa Habeşistan’a hicret ettiler.
Mus’ab için Habeşistan da Mekke de eşitti. Her yer ve zamanda imanî tec­rübesini arttırarak sürdürüyordu. Muhammed (s.a.v.)’in tavsiye ettiği ibadetleri yaparak hayatının rengini koruyordu. Rabb’ine olan ya­kınlığı arttıkça kalbindeki huzur da artı­yordu.
Bir gün Resûlullah’ın etrafında oturan müslümanların yanına gitti. Ansızın onu gören müslümanlar şefkatle başlarını kaldırıp baktılar, sonra bakışlarını in­dirdiler, bazılarının gözleri yaşarmıştı. Onu eski, döküntü bir elbise içinde gör­müşlerdi. Halbuki onun imandan önceki hayatı refah ve bolluk içindeydi. Allah Resûlü bakışlarını ona çevirdi ve mübarek dudak­larından şu sözler döküldü: “Mus’ab’ı böyle görüyorum. Onun kadar aile­sinin bolluk içinde gark ettiği kimse yoktur Mekke’de. Ama o; bütün bu bolluğu ve varlığı Allah ve Resûlü’nün sevgisi uğruna terk etti.”
Annesi onun dinini terk etmesinden dolayı mal varlığından fayda­lanmayı yasakladı. Oğlu bile olsa ilâhlannı terkeden, onların aleyhinde konuşan bir kim­seye asla yiyecek vermezdi.
Son olarak annesi, Habeşistan dönüşü onu tekrar hapsetmek istedi. Hap­setmeye yardımcı olan herkesi öldüreceğine dair yemin edince an­nesi onun ne kadar kararlı olduğunu bildiği için bıraktı. Hem annesi hem kendisi bu esnada ağlıyorlardı. Bu son veda anı; annenin küfürde aşıla­cak direnişini, oğlun da imanda şaşılacak sebatını sergiliyordu. Anne oğlunu evinden kovdu ve şöyle haykırdı: “İstediğin yere git. Artık ben senin annen değilim.” Mus’ab annesine yaklaştı ve: “Ey anneciğim! Sana yardımcı olmak istiyorum ve senin adına endişe ediyorum! Allah’ın bir olduğuna ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resûlü oldu­ğuna şehâdet getir.” dedi. Annesi cevaben: “Parlayan yıldıza yemin olsun ki, se­nin di­nine asla girmem. Aklım zayıf, görüşüm kıt değil.”
Böylelikle Mus’ab rahatı ve bolluğu bir tarafa itip, eski elbiselere ve bir gün tok birçok gün aç kalmaya razı oldu. Çünkü onun ruhu yüce inanç aydınlığı ve Allah’ın nuruyla dopdolu olmuştu. Âdeta o başka bir insan olmuş, gözü cilalan­mış, ruhu aydınlanmıştı.
İşte o sırada Resûlullah, onu mühim bir görev için seçti. Medine’ye elçi olarak gönderecek, Akabe’de Allah Resûlü’ne biat edip iman şere­fine eren ensâra İslâm’ı öğretecek, başkalarının da Allah’ın dinine gir­melerini sağlayacak ve Me­dine’yi büyük hicret günü için hazırlayacaktı.
Halbuki yaşça, makamca, Allah Resûlü’ne yakınlık bakımından on­dan daha önde olanları vardı ashab içinde. Ama Allah Elçisi Mus’ab’u’l-Hayr’ı tercih etmiş, onu seçmişti. En ağır yükü, ona bırakıyor, hicret yurdu olacak olsa Medine’de İslâm’ın geleceği ellerine teslim ediliyordu. Az bir zaman sonra bütün bir dava adamları, savaşçılar, mücahidler orada bulunacaktı.
Mus’ab Allah’ın kendisine bahşettiği üstün akıl ve yaratılışla emaneti yük­lendi. Onun zühdü, yüceliği ve ihlası ile karşılaşan Medine ehli dalga dalga İslâm’a girdiler.
Mus’ab Medine’ye geldiğinde Akabe’de Allah Resûlü’ne biat eden l2 kişi vardı. Onlar da Allah ve Resûlü’ne icabet edeli ancak bir kaç ay ol­muştu.
Bir sonraki hac mevsiminde yapılan Akabe biatında Medine’liler Mekke’ye Resûlullah ile buluşmak için temsilciler gönderdiler. Mus’ab’ın önderliğinde ge­len müslümanlann sayısı yetmiş kişiydi. Mus’ab dehası ve zekasıyla Allah Resûlü’nün ne kadar isabetli bir tercih yaptığını ispatla­mıştı.
Mus’ab verilen elçilik görevini tam olarak ifa etmişti. Böylelikle, Allah a da­vetçi, Allah ın diniyle insanları hidâyete çağıran mübeşşirdi. Kendi­sine inandığı Allah Resûlü gibi sadece Hakk’ın rızasını düşünüyordu.
Es’ad b. Zürâre’nin yanında misafir olarak kalıyordu. İkisi birlikte ka­bileleri, evleri, toplantı yerlerini, dolaşıyorlar, yanlarında bulunan Allah’ın kitabından insanlara okuyorlar, onları “Allah, tek bir ilâhtır.” kelime-i ilâ­hisine davet edi­yorlardı. Öyle durumlar meydana geliyordu ki davet es­nasında, eğer zekası ve ruh yüceliği olmasa hem kendisi hem de berabe­rinde olanlar helak olabilirdi.
Bir gün vaaz ederken ansızın Üseyd b. Hudayr çıkageldi. Bu adam Medine'nin ileri gelenlerindendi. Kızgınlık ve öfke ile, kavmi arasında alışmadıkları dini ile fitne çıkaran, ilâhlarını terke çağıran ve daha önce hiç duymadıkları, alışmadıkları bir tek İlâh’tan söz eden kişiye doğru yürüdü.
Onların ilâhları hep belli yerlerde duruyordu. Bir kimse ilâhlarına ih­tiyaç duyduğunda yerini biliyordu, o tarafa yönelir ve o ilâh da onun zara­rını giderir, duasını kabul ederdi! Muhammed’in İlâhı'na gelince, Mus’ab’ın davet etmiş olduğu bu İlâh'ın ne yeri belliydi, ne de kimse onu görebiliyordu!
Mus’ab’la oturup sohbet eden müslümanlar Üseyd’in ansızın gelişini gör­memişlerdi; fark ettiklerinde dağıldılar, sadece Mus’ab dimdik ayakta kalmıştı ve onu yumuşaklıkla İslâm’a çağırıyordu. Üseyd geldi, önünde durdu ve şöyle dedi: “Sizi bölgemize getiren nedir? Zayıf akıllı kimseler mi? Eğer hayatta olarak çık­mak istiyorsan derhal buradan ayrıl.”
Mus’ab ise bütün vakar ve yumuşaklığını koruyarak: “Oturup dinlemez mi­sin? Eğer davamızı beğenirsen kabul edersin. Eğer beğen­mezsen, istediğin şeyi sana zorla kabul ettirmeğe çalışmayız.”
Üseyd, akıllı ve zeki bir kimseydi. Mus’ab’ın sadece kendinde olanı sunma gayretini gördü ve Mus’ab onu sadece dinlemeye çağırıyordu. Eğer kabul ederse ne âlâ değilse Mus’ab onun bölgesini terk edecek, başka bir kimse, bölge ve kabi­leye zarar ziyan vermeksizin gidecekti.
Üseyd, tamam diyerek kılıcını yere koydu ve oturdu. Daha Mus’ab Kur’ân’dan az bir âyet okuyup tefsir etmişti ki, Üseyd’de birtakım deği­şikliklerin olduğu görülmeye başladı. Mus’ab daha sözünü bitirmeden Üseyd: “Ne doğru ve ne güzel bir söz! Bu dine girmek isteyen ne yapma­lıdır?” dedi. Bunun üzerine Mus’ab ona yöneldi ve “sadece elbise ve be­denini temizler, Allah’tan başka ilâh olmadığına dair şehâdet getirirsin.” dedi.
Üseyd, az bir süre onlardan ayrıldı ve tertemiz su damlaları saçların­dan dö­külür bir vaziyette yanlarına geldi: “Allah’tan başka ilâh olmadı­ğına, Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet ederim.” diye inancını ilân etti.
Haber, ışık hızıyla Medine’ye yayıldı. Sa’d b. Muâz, Mus’ab’a geldi, dinledi ve müslüman oldu. Sonra onu Sa’d b. Ubâde’ye okudu, o da islâm nimetine erdi. Medine ehli birbirlerine “Üseyd b. Hudayr, Sa’d b. Muâz ve Sa’d b. Ubâde müs­lüman olmuşlar biz ne duruyoruz. Haydi Mus’ab’a gidelim ve iman edelim...” di­yorlardı.
* * *
Böylelikle Allah Resûlü'nün ilk elçisi benzersiz bir şekilde başarılı ol­muş, bu işe ne kadar ehil olduğunu da kanıtlamıştı.
Günler ve yıllar birbirini kovalar, ulu Resûl ve sahâbesi Medine’ye hic­ret eder, Kureyş’in kini, düşmanlığı ise, kat kat artar, hatta müslümanların Mekke’den ayrılışını bâtıl inançlarının zaferi sayarlar. Ve Bedir Savaşı olur. Müş­riklere iyi bir ders verilir. Arkasından Uhud’a müslümanlar bir iyi hazırlanırlar. Saf olmuş müslümanlann arasında du­rur Resûlullah, tek tek yüzlerini inceler, sancağı teslim edeceği şahsı araştırır. Ve Mus’ab’ul-Hayr’a seslenir. Mus’ab öne çıkar, sancağı yükle­nir. Savaş kızışır, çarpışma şiddetlenir, Allah Resûlü’nün emrine muha­lefet eder okçular. Müşriklerin bozguna uğramış hâlini görerek bu­lun­dukları dağın en yüksek yerini terk ederler. Böylece inananların lehine gelişen savaş, bir anda aleyhlerine döner. Ansızın dağın boş bırakılan geçidinden gelen müşrikler, müs­lü­man­ları arkadan kuşatır. Resûlullah’ın bulunduğu yeri zorla­maya başlar ve sonunda ona ulaşırlar.
Bunu fark eden Mus’ab, sancağı alabildiğince yukarı kaldırır, yüksek sesle tekbir getirir. Bütün müşrikler ona yönelirler. Böylelikle onları kendi tarafına çekip, Allah Resûlü’nden uzaklaştırmış olur. Mus’ab bir ordu gibi onlarla savaşır.
Bir eli mukaddes sancağı tutuyor.
Bir el düşmana karşı kılıç sallıyor.
Fakat düşmanlar üzerine çullanır. Onu geçip Allah’ın elçisine ulaş­mak için var güçleriyle ona yüklenirler.
Bırakalım Mus’ab’ın şu son anı bize kendisini anlatsın.
İbn Sa’d şöyle der: İbrahim b. Muhammed b. Şurahbil el-Abderî babasın­dan naklen bize şunu haber verir: “Uhud günü, sancağı taşıdı. Müslümanlar da­ğıldıklarında, o dimdik durdu. Atın üzerinde olan İbn Kamie ona saldırdı. Sağ eline vurdu ve onu kesti. Mus’ab o sırada “Mu­hammed ancak resûldür. Ondan önce de resûller gelmiştir.” diyordu. Sancağı sol eline alır ve yükseltir. Düşman onu da keser. Bunun üzerine Mus’ab sancağı iki pazusuyla göğsüne sıkıştırır. Aynı zamanda da: “Mu­hammed ancak resûldür. Ondan önce de resûller gel­miştir” der. Düş­manın üçüncü hamlesinde mızrak göğsüne saplanır ve Mus’ab yere dü­şer, sancak yere düşer.
Mus’ab düşer, sancak düşer.
Şehâdet şerbetini içer, şehidlerin yıldızlarına bir tane daha eklenir. İman ve Allah Resûlü uğruna kendini feda ederek kahramanca mücade­lesinin neticesinde şehid oldu. Zannetti ki, kendisi veya sancak düşerse, müşrikler korumasız, yal­nız kalan peygamberi öldürmeye yol bulurlar. Evet, o böyle düşünerek, Allah Resûlü’ne olan sevgisinin ve ona bir zarar gelmesinin endişesiyle kendisini or­taya attı. Her bir kılıç darbesiyle “Mu­hammed ancak resûldür, ondan önce de resûller gelmiştir.” (Âl-i İmrân, 144) âyetini okuyordu.
* * *
Savaş bittikten sonra bu yüce şehidin cesedi bulundu. Yüzü kanıyla sulan­mış toprağın içinde gizlenmişti.
* Sanki Resûlullah’a bir kötülük ulaşmasını görmekten korkuyordu. Yüzünü gizliyor ta ki korktuğuna şahit olmasın.
* Sanki Resûlullah’ın kurtulduğunu tam olarak görmeden ve üzerine gere­ken koruma ve savunmayı yerine getirmeden şehid düştüğü için utanıyordu.
Allah sana yeter ya Mus’ab, ay hatırası hayatın kokusu olan...
* * *
Allah Resûlü ve ashabı savaş alanını incelemek ve şehidleri tesbit et­mek için geldiler. Mus’ab’ın cesedinin yanında gözleri dolu dolu oldu.
Habbab b. Eret şöyle der: “Allah Resûlü ile birlikte Allah yolunda hicret ettik. Sadece Allah’ın rızasını umduk. Allah ecrimizi elbet verecek­tir. Bizden bir kısmı öte dünyaya göçtü.
Ecrinden dünyada hiçbir şey yemedi. Mus’ab b. Ümeyr onlardan­dır. Uhud günü şehid edildi. Onu kefenleyecek çizgili bir bez parçasın­dan başka bir şey yoktu. Başını örttüğümüzde ayakları açıkta kalıyordu. Ayaklarını örttüğümüzde başı açılıyordu. Allah Resûlü bize şöyle buyurdu: “Başından itibaren örtün, ayaklarından açık kalan yeri de ızhır otuyla örtersiniz.”
Nasıl üzülmesin Resûlullah? Hz. Hamza’nın ölümüyle karşılaşmış, yetmi­yormuş gibi bir de müşrikler onun burnunu, kulağını kesmişler, kalbini yerinden sökmüşlerdi. Resûlullah’ın gözü yaşla dolar, kalbi par­çalanır.
Nasıl üzülmesin Resûlullah? Savaş meydanında dostlarının, arka­daşlarının cesetleri. Her biri müşriklerce tahrip edilmiş.
Nasıl üzülmesin Resûlullah? İlk elçisinin cesedinin başına durmuş, onu ötelere uğurluyor.
Evet... Resûlullah (s.a.v.) Mus’ab’ın başında durmuş: “Mü’minlerden öyle er­kekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözde durdular” âyetini (Ahzab, 23) oku­dular. Sonra kefenlendiği gömleğine baktılar: “İşte sen… Gömleğinin içinde saçları dağınık...” buyurdu. Savaş alanına uzun uzun bakıp Resûlullah şöyle seslendi: “Allah’ın Resûlü size şahitlik ediyor ki; sizler kıyamet günü Allah’ın katında şehidlersiniz.”
Sonra etrafındaki sağ kalan ashabına dönüp: “Ey insanlar! Onları zi­yaret edin, onların yanına gidin, selâm verin. Nefsim, kudret elinde olana yemin ede­rim ki, onlara bir müslüman kıyamet gününe kadar selâm vermez ki, o selâmı iade edilmesin.”
Selâm üzerine olsun ey Mus’ab… Selâm üzerinize olsun ey şehidler topluluğu… Selâm üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi…

Hiç yorum yok: