19 Şubat 2009 Perşembe

SÜHEYB b. SİNÂN


Kazancı Kârlı İnsan
Nimet içinde dünyaya geldi.
Babası “Übella” ülkesinin hakimi ve İran Kisra’sının oraya tayin et¬tiği valisi idi. Araplar İslâm’dan uzun süre önce oraya yerleşmişlerdi. Musul ile Arap Yarımadası yolu üzerinde, Fırat’ın kenarında bulunan sarayında mutlu ve müreffeh bir hayat yaşıyordu.
Bir gün ansızın Rumların (Bizans) saldırısına maruz kaldı. Birçok in¬san esir alındı. Süheyb b. Sinân da bu esirlerden biriydi. Rum tüccarlar uzun bir yolculuktan sonra onu Mekke’ye getirdiler. Orada Abdurrahman b. Cüd’an’a sattılar. Rum şehirlerinde geçirdiği çocukluk çağından sonra gençlik çağına adım atmıştı. Esirliği sırasında Rumların dillerini ve lehçelerini öğrenmişti.
Yeni efendisi onun zekâsına, gelişmesine ve samimiyetine hayran oldu ve onu azad etti. Sonra da kendisiyle ticaret yapması için imkân tanıdı.
Ammâr b. Yâsir onunla karşılaşmasını şöyle anlatır:
“Süheyb b. Sinân’a Erkam’ın evinin kapısında rastladım.
“Ne arıyorsun burada?” dedim.
“Sen ne arıyorsun?” diye cevap verdi.
“Muhammed’in yanına girip, söylediklerini dinlemek istiyorum.” dedim.
“Ben de aynı şeyi yapmak istiyorum.” dedi.
Allah Resûlü’nün yanına girdik, bize İslâm’ı anlattı, biz de orada müslüman olduk. Onunla birlikte akşama kadar kaldık. Bu işi gizli tutma kararıyla oradan ayrıldık.”
Böylelikle Süheyb, Erkam’ın evinin yolunu öğrenmişti. Hidâyet ve nur yolunu öğrenmişti. Aynı zamanda ağır bir yük altına girmiş, büyük fedakârlıklara katlanmayı göze almıştı.
Erkam’ın evinin dış dünya ile alâkayı kesen ağaç kapı eşiğini atlayıp geçmek, mücerret bir eşiği geçip içeri girmek anlamını taşımıyordu. Bilakis bütün dünyayı bir tarafa bırakıp, başka bir dünyaya geçiş anla¬mını ifade ediyordu.
Dini, ahlâkı, töresi ve düzeni ile bütün bir eski yaşantıyı atıp, yeni bir din, ahlâk, töre ve düzen ile yepyeni bir yaşama adım atmaktı.
Eşikten geçmek, maddî anlamda her ne kadar küçük bir adım at¬mak olarak görülse de, mâna aleminde çok büyük bir adımdı.
Fakirler, garipler, düşkünler açısından bu adım, büyük fedakârlık¬ları göze almayı gerektiriyordu.
Dostumuz Süheyb, kimsesiz yabancı bir insan; evin kapısında kar¬şılaştığı arkadaşı Ammâr b. Yâsir ise fakir bir kimse idi. Onları tehlikenin kucağına atılmaya ve içine dalmaya iten neydi?
Bu, karşı konulmaz imanî bir çağrıdır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) güzel hâl ve hareketi onları âdeta büyülemişti.
Bütün bunlardan daha önemlisi, Allah’ın bir rahmetiydi onların müslüman oluşu. Çünkü Allah dilediğine rahmetini indirir, dilediğini de hidâyete erdirirdi.
* * *
Süheyb inananlar kafilesinde yerini aldı. Ezilenler ve zulme uğra¬yanlar arasındaki yerini aldı. Kendilerini feda edenler, canını ortaya ko¬yanlar arasındaki yerini aldı.
O yüklendiği davaya tam olarak sarılmış, altına girmiş sorumlulu¬ğun bilincine ermişti.
Şu sözleri bu durumuna tanıklık eder:
“Allah Resûlü nerede bulunduysa ben de orada bulundum. Nerede bir biat olduysa katıldım, biat ettim. İlk gazveden son gazveye kadar bütün gazvelerde Allah Resûlü’nün yanında yer aldım. Ne zaman ki mü’minler önden gelecek bir tehlikeden korktular, önlerine siper ol¬dum. Ne zaman ki arkalarından gelecek bir tehlikeden korktular, arkala¬rına siper oldum. Allah Resûlü’nü hiçbir zaman düşmanla yüz yüze bı¬rakmadım. Orada mutlaka siper olarak ben bulundum. Bu durum, Allah Resûlü, Rabbi’ne kavuşana dek sürdü.”
İşte bu, iman coşkusunun ve erişilmez dostluğun bir ifadesidir.
Süheyb ve din kardeşleri böylesi bir imana sahip kimselerdi. Daha ilk gün Allah Resûlü ile karşılaşmışlar ve ona biat etmişlerdi.
Eski dünya ile ve insanlarla irtibatını kesmiş, yeni bir dünyaya iltica etmişti.
Hiçbir şeyden sakınmaksızın ona tâbi olmayı sürdürmüş, hiçbir toplantıyı kaçırmamış ve gözünü budaktan sakınmamıştı. Bolluğu bıra¬kıp fakirliğe, dünya lezzetlerini bırakıp tehlike ve ölüme yönelmişti âdeta.
Hicret günleri gelip çatmıştı. Bu uğurda Süheyb bütün malını, pa¬rasını hiçe saymış, geride bırakmıştı.
Allah Resûlü hicrete karar verip de durumu Süheyb’e bildirince kendisinin üçün üçüncüsü olması gerekiyordu: Allah Resûlü, Ebû Bekir ve Süheyb.
Bu sırada Kureyş geceleyin Allah Resûlü’nün hicretine engel ol¬maya karar vermişti.
Süheyb Kureyş’in bu engeline takıldı, bundan dolayı da Hz. Pey¬gamberle yapacağı hicrete yetişemedi. Allah Resûlü, yol arkadaşı Ebû Bekir ile beraber yolu koyulup gitmişlerdi.
Süheyb, uzun süre Kureyş ile tartıştı, mücadele etti. Sonunda on¬lardan kurtuldu. Bineğine binip çöle daldı. Epey yol kat etmişti ki, Kureyş ardı sıra avcı birlikleri gönderdi. Süheyb’e yaklaşmak üzereydiler ki, onlara şöyle haykırdı:
“Ey Kureyş topluluğu! Bilirsiniz ki, ben en iyi ok atanınızım. Allah’a yemin olsun ki, kim bana yaklaşmaya kalkarsa, okumla beynini parçala¬rım. Oklarım kâfi gelmezse, kılıcımla kafasını uçururum. Ta ki, elimde bir şey kalmayınca kadar savaşırım. Dileyen beri gelsin. Dilerseniz size malımı veririm; siz de beni kendi hâlime bırakırsınız.”
Can tatlı geldiği için malı karşılığında bırakmayı kabul ettiler ve şöyle dediler:
“Bize geldiğinde fakirdin, bizim yanımızda çok mala sahip oldun, makam ve mevki sahibi oldun. Şimdi ise hem canını kurtarıyorsun, hem de malını götürüyorsun.”
Malını sakladığı yeri onlara gösterdi. Onlar da onu bırakıp, gerisin geriye Mekke’ye döndüler. Kureyşliler onun sözünü yeterli buldular. Doğru söylediğine dair bir belge bile istemediler. Zaten doğruluğundan hiç şüphe etmezlerdi. Bu durum Süheyb’in içinde yaşadığı topluluktaki itibar ve güvenirliğinin bir belgesidir.
Böylece Süheyb tek başına mutlu bir şekilde hicret etti. Kuba’da Resûlullah’a yetişti. Hz. Peygamber bazı ashabıyla oturuyorlardı. Süheyb’i görür görmez:
“Ey Ebû Yahya! Alış verişin kârlı oldu!” dedi. O anda şu âyet-i ke¬rime nazil oldu:
“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, Allah’ın rızasını almak için kendi nefislerini feda ederler. Allah da kullarına şefkatlidir.”
(Bakara, 207)
Evet, Süheyb bütün serveti karşılığında mü’min olan nefsini satın almıştı. Bundan dolayı da hiçbir zaman aldandığını düşünmedi ve hiçbir şekilde pişmanlık duymadı.
Mal nedir? Altın nedir’? Bütün bir dünya nedir ki, iman olduktan sonra?
Allah Resûlü onu çok seviyordu. Süheyb takva ve zühdünün yanı sıra nükte sahibi bir kimseydi. Allah Resûlü bir gün onu taze hurma yerken gördü. Gözünün biri yaşarıyordu. Hz. Peygamber: “Gözün ya¬şara yaşara hurma yiyorsun.” buyurdular. Bunun üzerine Süheyb: “Önemli değil, onu diğer gözüm için yiyorum.” diye cevap verdi.
Son derece cömertti. BeytüI-maldan olan gelirinin tamamını infak ederdi. Muhtaçları sürekli gözetirdi. Fakire, yetime, esire sırf Allah sev¬gisi için yemek yedirirdi.
Onun bu eli açıklığı Hz. Ömer’in dikkatini çekmiş ve şöyle demişti: “O kadar çok yemek yediriyorsun ki, israf ediyorsun.” Süheyb cevaben: “Allah Resûlü’nden “En hayırlınız çok yemek yedirendir.” diye işittim” dedi.
* * *
Süheyb’in hayatı birçok büyük olay ve meziyetlerle doluydu.
Bu meziyetlerini bilen Ömer b. Hattab onu mü’minlere namaz kıl¬dırması için seçmişti. Hz. Ömer, namaz kıldırırken hançerlenip yarala¬nınca, Süheyb’in insanlara sabah namazını kıldırmasını emretti. Son nefesini verirken de en son vasiyeti şu olmuştu: “Namazı insanlara Süheyb kıldırsın.”
Böylece yeni halife seçilene kadar Süheyb, namazları kıldıracaktı. Çünkü namazı ancak mü’minlerin emiri kıldırıyordu. Yeni halife seçilene kadar namazı kim kıldıracaktı? İşte bu durumu bilen Hz. Ömer, son nefesini vermeden önce Süheyb’in namaz kıldırmasını istemiş ve bunu vasiyet etmişti. Bu durum, imam tayin olunana yani halife seçilene ka¬dar devam edecekti.
Süheyb için bu geçici imamlık Allah’ın kendisine nimetini tamam¬laması oldu. Çünkü o, Allah’ın salih kullarındandı.

Hiç yorum yok: