31 Aralık 2008 Çarşamba

KAZANAN OLABİLİRSİNİZ


Her zaman aynı lokantaya yemeğe giden adam ekmeğin az olduğundan yakındı. "Diğer lokantalarda daha fazla ekmek getiriyorlar burada ise yalnızca bir dilim veriliyor" dedi.
Bir sonraki gelişinde adamın masasına dört dilim ekmek getirdiler. Adam yine diğer lokantalarda daha fazla ekmek verildiğini söyleyerek yakınmaya başladı.
Adamın daha sonraki gelişinde adama bir büyük ekmek getirdiler, fakat adam sitemini sürdürdü.
Sonraki gelişinde ekmekleri, kocaman bir sepet içinde getirdiler. Ama adam hâlâ " Başka yerlerde yiyemeyeceği kadar çok ekmek getirdiklerini" söyleyerek sitemine devam etti.
Sonunda lokanta çalışanları adamın bir sonraki gelişine çok iyi hazırlanmaya karar verdiler. Adam için özel bir ekmek yaptılar. Ekmek 2 metre uzunluğunda, 60 santim genişliğindeydi. Adam masada yerini aldıktan sonra dört kişinin taşıdığı ekmeği getirip adamın önüne koydular. Ekmeğin iki ucu masanın yanlarından dışarı taşmıştı. Şef garson kendisiyle gurur duyarak bir adım geri çekildi ve müşterinin bu kez ne söyleyeceğini merakla beklemeye başladı. Adam masasındaki inanılmaz büyüklükteki ekmeğe bakarak söylendi:
" Sonunda yine bir parça ekmeğe döndük yani, öyle mi?"
Bu adam gibi bizlerde gönüllü kaybedenleriz çoğu zaman. Yaşamın adil olmadığına, insanların güvenilmez olduğuna inanırız ve şiddetle sarsılırız. Yaşamın ne denli çekilmez olduğunu herkesin bilmesi gerektiğine inanır ve kendimizi bunu anlatmaya zorunlu hissederiz.
Yaşam bazen adil olmayabilir, kaybedebiliriz. Ama gerçek şudur ki, insanlar kaybeden mi, kazanan mı olacaklarına kendileri karar verebilirler. Kendilerini çaresiz ve zavallı hissedebilirler ya da güçlü olmaya çalışabilirler.
Mutlu insanlar olayları her zaman denetimleri altında tutamayacaklarını öğrenirler ama nasıl tepki gösterebileceklerini bilirler.
Lewis Dunnig şöyle der:
"Yaşamın bizim için anlamını bize getirdikleri ve davranışlarımızla bizim yaşama verdiklerimiz değil, karşılaştığımız olaylara gösterdiğimiz tepkinin bizim üstümüzdeki etkisi belirler."
Mutlu ve kazanan kişi olma hakkınıza sahip çıkmayı unutmayın!

YÜRÜMEK


Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!..

Yürümek;
dost omuz başlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
yürümek!..

Yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
bilerek
yürümek...

Yürümek;
yürekten
gülerekten
yürümek...

SU OL


Bir an için sen su olduğunu düşün. Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez... İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın. Unutma daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca! Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü "Su nasılsa burada, gerek yok ki suyu kana kana içmeye" diye düşünürler. Tıpkı, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiçbir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye dek. Hepsi, hep sabahın en sakin anini bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için. Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler. Onlar için en uygun olan kendi istedikleri zamandı. Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi vazgeçilmez... Ve su gibi yasam kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil! Suysan tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme; sana "felaket" denmesin! Suysan bir bardağa sığabil ki damarlara girebilesin!

Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi gerekli ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu da unutma. Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de "kıyametler" koparıcı olabileceğini unutma... Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yasam verirsin çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun seller, afetler gibi. Tercih elindeydi hep ve hep "senin" ellerinde olacak... Ya tutmayı öğreneceksin dilini ya da hiç durmadan konuştuğun için, yalnızca bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken su değil mi? Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını.

Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini... Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin... Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın... Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin " kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin! Demeyeceksin " Ben canim isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!" Demeyeceksin " Ben aklıma geleni geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda." Keşke öyle olsaydı. Keşke hakli olsaydın, ama maalesef değil... Ağzını açıp "Şelaleden dökülen suyu" içmeye çalışan bir tavsan gördün mü hiç? Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her canlı gibi! Hadi... Sen simdi " su olduğunu" düşün ve kendini " su gibi " hisset... Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı... Su gibi yasam kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa... Ama yine su gibi " küçük bir bardağın içine" sığdır ki kendini girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Yaşam ver...

Vazgeçilmez ol!

SEYRET SUS VE DİNLE

Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf gibi günü karşılıyordu.

Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş bana gülümseyerek gün başlıyor."

Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu.

Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.

"İiiiiiiiihhhhhh, bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden bozuyor?"

Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi.

Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düşen taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini seyre...

Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar oluşturuyordu.

Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi:

"Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki? Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu?

Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders veriyor. Sen iyisi mi sadece seyret, sus ve dinle."

Dağ denize sordu:

"seyret, sus ve dinle? O da ne demek?"

Deniz, Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda kendinden başkalarının söylediklerini duyabileceksin...

Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin…

ÖYLESİNE BİR MEKTUP


Öyle içimdesin ki. Yanağımda dolaşan rüzgardan daha gerçek dokunuşların. Küçük, ürkek, kesik dokunuşlarınla, belki de her zamankinden daha yanımdasın. Yani öylesine, o kadar bensin ki. Ah nasıl anlatsam. Boşuna bu çabalarım, doğru kelimeleri aramalarım. Ne kitaplar yazıyor, ne de sözlüklerde karşılığı var. Yalnızca hissediyor insan, yaşıyor. Kelimeler eksik, kelimeler yaralı. Kelimeler cılız.

Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu. Ben de. Çok başka bir şey. Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan? Aydınlık gülümsemelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken? Gözlerine buğu,diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?

Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı? Dedim ya, başka bir şey bu. Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde. Belki de en başta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar. Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni. En derinlerde tuttum. Bana sakladım. Derine, hep daha derine.

Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım. Paylaşamadım yanlış yaptım. Sana ulaşan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar. Kendimi oradan oraya vurmam. Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam, hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam. Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.

Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan, duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor. Tutunamıyorum. Renklerim, gün içinde değişiyor. Soluyorum, soğuyorum. Güneş ulaşmıyor içerilerime. Küfleniyorum, yaşlanıyorum. Yalnızlıklar peşimde. Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme. Yapış yapış, vıcık vıcık bir yalnızlık bu. Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.

Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum. Yollar, gitgide uzadı ve karıştı. Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var. Ah onun ne olduğunu biliyorum. Sonu sana geliyor her cümlenin. Her şeyin başı içinde ve sonundasın. Bu değişmiyor. Öyle içimdesin ki. Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün.

Çok mutluydum. Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım. Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım.

"Yine zamansız yağmurlar" dedim, "Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları" dedim, "Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?" dedim. Çok uzun bir mektup oldu. Başından sonuna kadar okudum da.

Neler yazmışım diye merakımdan.

Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp, adını yazdım. Büyük harflerle, yalnızca adını. Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum. Mektup cebimde. Cebim yüreğime yakın. Yüreğim sende. Sen yüreğime yakın. Öyleyse mektup sende.

Can DÜNDAR

HAYALLERİMİZ


Adam, her mehtaplı gecede alır başını deniz kıyısına gidermiş.

Dönüşünde sorarlarmış:

—Ne gördün?

—Dünya güzeli denizkızları gördüm, altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlardı, dermiş hep.

Bir gece yine tek başına deniz kıyısına vardığında, gerçekten dünya güzeli denizkızları görmüş, altın saçlarını gümüş taraklarla tarıyorlarmış. Döndüğünde yine sormuşlar :

— Ne gördün?

— Hiç, demiş. Hiç bir şey...

Oscar Wilde'nin yukarıdaki harika öyküsünü ilk okuduğumda ortaokuldaydım ve ne
demek istediğini anlamamıştım. Daha sonra unutmuşum. Yıllar sonra rastladığım Haldun Taner'in bir sözü bana öyküyü hem hatırlattı hem de ne demek istediğini çok çarpıcı bir şekilde gösterdi. Şöyleydi söz : "Bir hayalin gerçek olması kadar hayal kırıcı bir şey yoktur."

Daha sonraları ise bu tema pek çok edebi eserde karşıma çıktı. Örneğin Simyacı'da. Hâlâ okumamış olan var mı bilmiyorum ama hatırlarsanız orada bütün yaşamı boyunca tek hayali para biriktirip Mekke'ye hacca gitmek olan bir dükkân sahibi vardı. Adam artik gerekli parayı fazlasıyla biriktirmiş olduğu halde bir turlu gitmiyordu. Bu hayalin kendisini
yasama bağlayan çok önemli bağ olduğunu düşünüyor ve onun gerçekleşmesi
halinde bu önemli bağı yitireceğinden korkuyordu. Hakliydi belki de.

Düşünüyorum da hepimizin böyle hayalleri var mutluluğumuzu bağladığımız, gerçekleşene kadar yaşamı sanki ertelediğimiz. Acaba hiç düşünüyor muyuz bu istediğimiz her neyse, gerçekleştiğinde iyi mi olacak. Bir düşünürün hep aklımda tuttuğum bir sözü vardır: "bütün dualarımı kabul etmediği için Allah'a şükrediyorum"
Belki de daha az üzülmeliyiz gerçekleşmeyen hayallerimiz için. Belki de aslında sevinmemiz, mutlu olmamız gereken bir şey için gözyaşları dokuyoruzdur. Belki de olaylara bir de bu acıdan bakmayı artık öğrenmeliyiz...

Sadece hakkınızda hayırlı olan hayallerinizin gerçekleşmesi dileğiyle...

ELİMDE KALAN


Hayata bile yanlış yerden başladım… Zamansızdı yaşadıklarım. Rüzgârın oradan oraya savurduğu yaşamlardandı belki benimkisi… Yanlış saksıda büyüyen yanlış çiçek gibi…

Nereye ait olduğumu bile bilmeden, hep yanlışlar yapmıştım hayata karşı yada yanlış anlaşıldım beklide…

Sonunu merakla beklediğimiz bir kitap gibi bazen… Bazen de doyasıya "yaşa hayatını be" dedim kendimce, yine olmadı…

Çünkü kimine bir sondu kitabın son sayfası, kimine yeni başlangıçlar… Ben yarım bırakmayı seçtim…

Sustum hayata…

Başkaları yazsın diye kitabı, yeni başlangıçlar olsun diye… Yaşamı sarıp sarmalayamadım hiçbir zaman, hep kıyısından köşesinden tutunmayı becerebildim sadece…

Denizlerin kıyıya vurduğu her dalgasında bir parçam karıştı denize, her dalgada kıyıda kalan küçük köpükler olabildim yalnızca… Ama her şeye rağmen sevdim yanlışlarımı doğruları bulmak adına sevdim…

Ve…

Toplamında sonuç hiç değişmedi, yaptığım en doğru yanlışım buydu belki de,

Ben hep ben öldüm…

Elimde kalan, bir avuç kırgınlıkta olsa.

SEVGİLİ ANNECİĞİM


Sevgili Anneciğim, Sevgili Babacığım, Size Bu Mektubu Cennetten Yazıyorum.

Sevgili anneciğim, sevgili babacığım.

Size bu mektubu bu yerden yazıyorum. Burası cennetmiş. Kucağında oturduğum melek öyle söyledi.

O beni seviyor ve benimle ağlıyor.

Kalbim kırık ya... Sizin küçük kızınız olmayı çok istemiştim ya.

Öncesini bilmiyorum. Ama bir gün varlığımı fark ettiğimde çok heyecanlanmıştım.

Loş, ama çok rahat bir yerdeydim.

Ellerimde ve ayaklarımda parmaklarım vardı. Ama oradan çıkabilmem için daha çook gelişmem lazımdı. Olsun! Ben de zamanımı uyuyarak veya düşünerek geçiriyordum.

Anneciğim.

Daha ilk günlerimden itibaren seninle aramızda çok özel bir bağ olduğunu fark etmiştim. Bazen ağladığını duyuyordum. Sen ağlayınca ben de ağlıyordum. Bazen bağırıyor ve sonra ağlıyordun. Babam da sana bağırıyordu. Üzülüyordum. Daha iyi olmanızı ümit ediyordum. Neden o kadar çok ağlıyordun?

Bir gün bütün gün ağladın. Benim de yüreğim ezildi, ezildi. Nasıl bu kadar mutsuz olabilirdin; anlayamıyordum. İşte tam o gün korkunç bir şey oldu. O ılık, emniyetli, rahat odama bir... Bir canavar girdi.

Öyle çok korktum ki... Çığlıklar attım, bağırdım... Gücüm tükenene kadar. O canavar kolumu parçaladı. Öyle çok acıdı ki; sana tarif edemem. Durması için yalvardım. Ama durmadı. O bacağımı koparırken, ben dehşetle bağırmaktan başka bir şey yapamıyordum. Acı içime çökmüştü. Ölüyordum anneciğim.

Yüzünü asla göremeyecek miydim?

Beni ne kadar çok sevdiğini duymayacak mıydım?

Oysa ben senin bütün gözyaşlarını silmek istemiştim. Seni mutlu etmek için neler planlamıştım... Oysa şimdi, bütün hayallerim tuz buz olmuştu.

Artık yerlerinde olmayan kollarım ve bacaklarımın yırtıldığı yerler mi daha çok acıyordu, kalbim mi; bilemedim. Kızın olmayı ne çok istemiştim...

Sanıyorum bu olmayacaktı. Acılar içinde ölüyordum. Ve kim bilir sen ne haldeydin! Ölmeden önce seni ne çok sevdiğimi söylemek istedim anneciğim. Ama henüz senin anlayabileceğin kelimeleri söyleyemiyordum.

Sonra acılarım kesildi. O geldi. Şimdi kucağında oturduğum melek. Bana kollarını uzattı, incitmekten korkarak kucağına aldı. Öyle güzeldi ki... Mutlaka sana benziyordu.

Beni bu güzel yere getirdi: Cennetmiş...

Artık kollarım, bacaklarım hiç acımıyordu. Ama kalbim hâlâ acıyordu.

"Ne oldu?" diye sordum meleğe.

"Kimdi o canavar?"

"Kürtaj" dedi melek yaşlı gözlerle ve zor duyulur bir sesle.

Sana bu mektubu seni ne çok sevdiğimi söylemek için yazdım anneciğim. Bana inan; yaşamayı çok istedim. İsteğim vardı. Ama gücüm yoktu. Canavar öyle güçlüydü ki... Yaşayabilmem mümkün değildi. Seninle kalmayı çok istediğime inanıyorsun, değil mi? Anneciğim, o kürtaj canavarına dikkat et, e mi?

Görürsen, kaç.

Ve anneciğim, inşallah senin kalbin de benimki gibi acımıyordur.

Seni çok seven bebecik kızın.

BİR BARDAK ÇAY GİBİ ÖMÜR


Bir bardak çay gibi ömür…

Kimininki bir dikişte biter.

Kimininki ise yudum yudum…

Dibinde kalan çöpler ise hayattan kalan kalıntılar…

Üç şeye dikkat etmek gerekir yaşamda…

Göz, dil ve gönül…

Göz ve dile hâkim olmak zor ama gönül'e hâkimiyet daha güç…

Gönlü sakınmak lazım; kin, nefret ve kıskançlık yatağı olmaktan…

Tereddütte kalmamak, ne istediğini bilmek veya neyi isteyeceğimizi bilmek… Küstahlığa düşmek korkusu da var tabi insanın içinde. Davaya, hayata ve ilme karşı… Övünmek korkusu da var tabi insanın küfre, cisme ve an'a karşı… Sanki canavarın esiri gibi bir sağa bir sola çarpıyor, istikrarsız ekonomi gibi bir ileri bir geri gidiyorsun… Enflasyonun canavarı olmuşuz haberimiz yok… Karanlıkta kaybolan gölge misali silinmiş hayattan. Ayrılmak zor… Ama sonu bilmek daha zor…!

Hazan mevsiminde dökülen yapraklar gibi, tek atımlık kurşunu kalmış kovboy gibi, ölümün soğukluğunu hisseden gladyatör gibi, hızlı adımlarla çıkan ve yine hızlı adımlarla düşen, başarısızlıktan korkan, başarınca başarısızlığı unutan, başarısız bir başarılı gibi…

Ben mutluluk sınırlarını aşıyorum… Acılarımı anıyorum devamlı… Dost görünen düşmanlar, düşman olan dostlar ile… Aklımın duru olması zihnimi karmakarışık yapıyor.

Her bölgesi neden ve niçinler ile dolu… Toprakta çürüyen beden ve saç, yoldaş olan kefenle nefis, peşime düşen sessiz gölgeler… Karanlık sokaklarda sessiz ve çaresiz şikâyetname hazırlamaktalar hakkımda… Öldü dersiniz… Ölümü hak edecek yeterlilikte de değilim ama...

Medet bekleyecek tek bir kapı, feraha çıkacak bir yol vardır belki… Rengârenk hayatın renksiz yaşamı...

Sonsuz zamanın ruhsuz ecdadı...

Yaşanmış an'ın yaşanmamış saati...

Susuz bahçenin solmuş gülü… Hayatın acımasızlığı ile ruhum tevafuklar ile ayakta.
Gül yüzlülerin hayranlığı var sana… Bunu düşün, sükût et… Etki, en azından adam bilinesin sükûtsuzlar arasında… Arkadaşlık, dostluk önemlidir... Değerini bilmek gerekir... Sırrını paylaşabileceğin, derdini anlatabileceğin, üzüntünü dile getirebileceğin, sevincini haykırabileceğin bir kişinin çevrende olması insana hem güven hem de mutluluk verir...

Sende taşın altına elini koyacaksın ama her şeyi başkasından beklememelisin… Kılıç üzerinde yürüyeceksin ama kılıç hayatı ve seni kesmeyecek… Yok, öyle yağma… Kalbini açık tutacaksın hayata… Kalbin kör olursa gözler görür mü ki hiç… Gözü kör, kalbi kör, yaramaz bir beden…

Palyaçolara özendim… Yüzüm sırıtırken içime kan akıtıyorum… Metafizik âlemde takılıyor, patlamaya hazır bombaya dönüşüyorum… Saniyeler var patlamaya… İyiler arasında kötülük yüklü bir bombayım… Bütün kötülükleri yok etmek adına
iyiliğin değerini anlamak için bu yapılanlar… Kötülük olmasaydı, iyiliğin hiçbir özelliği kalmazdı... Onun değerini ortaya çıkarır kötülük…

Bir bardak çay gibi ömür…

Kimininki bir dikişte biter,

Kimininki ise yudum yudum…

Dibinde kalan çöpler ise,

Hayattan kalan kalıntılar…

Alıntıdır

30 Aralık 2008 Salı

BÜYÜDÜM

Büyüdüm…

Adına yaşamak diyorlar ama ben "büyüdüm" diyorum... Çocukluğumdan geriye sadece hiç büyümeyeceğimi düşündüğüm zamanlar kaldı. Ha birde elimden sımsıkı tuttuğun anlar.

Bak artık büyüdüm ben anne. Kimse büyümedi demesin... Okula gidecek kadar büyümemiş olabilirim ama sokaklarda kanlar içinde vurulacak kadar büyüdüm…

Ben büyüdüm anne…

Arkadaşlarımla oynayacak kadar da büyütmediler ama arkadaşlarımı sebepsiz öldürenlerden hesap soracak kadar büyümeme izin verdiler.

Büyür mü çocuklar kanlar içinde?

Büyür mü çocuklar göz göre göre vurulurken sokaklarda?

Bazen parlatırken ise giden insanların ayakkabılarını, bir zaman sokaklarda yasamaya mahkûm edilirken, hele ki terörist diye sokak ortasında öldürülürken…

Büyüyor işte çocuklar anne..

Çocukluğuna geri dönebilir mi dersin büyüdüğünde insanlar? Dönemiyor anne sadece büyüyor.

Yaşatmadıkları ve öldürdükleri çocukluğun ve çocuklarının ellerinden sımsıkı tutamayanların hesabını sormak için büyüyor…

Bak artık büyüdüm ben anne… Kimse büyümedi demesin...

Simdi sıra benim ve çocuklarının ellerinden sımsıkı tutamayanların...

Yani sıra bizim…


ACI

Filistinde Katil İsrail'in zulmü altında inleyen Kardeşlerimizi unutmamak adına;


Seni de vururlar bir gün ey acı
uçuşup durduğun kanatlarından
sazın sözün türkülerin tükenir
ellerin koynunda kalakalırsın
Şakaklarına kar yağıyor bilesin ey acı
gül açan yüzlerimizde
göğeriyor rengin senin de
Biz seni
tâ eskiden tanırız hani
göğüslerimize tas olur inerdin
avuçlarımızda hıra dağıydın
al atların tan yerine ayarlanmış yelelerinde
Akdeniz rüzgarlarına karışan sendin
Biliyorum
hiçbir tarih yazmayacak ve bir
sır gibi kalacak yakılan kitaplarda
göbek bağı anasından henüz çözülmemiş
bebelerimize mitralyözlerin okyanus ötesinden
ayarlandığını
Seni de yakarlar bir gün ey acı
bir taptuk kul gözlerinden vurursa
parmakların eğri ağaç tutmaz
çığlıkların çağlar asar duymazsın
Ve ben biliyorum
örümceği, mağarayı, güvercini, asâyı
Ve İbrahim’in baltasını
biliyorum
Nereden başladı bu kesik dans
ve bu dansa karşı afyonlanmış hecin yüzlü
insanlar kim?
Kim kimin yanında
kim kimin karşısında
Meclis kürsüsünden konuşan bu adam kim
Üsküdar kız lisesinde okuyan genç kız
çantasında kimin fotoğrafını taşıyor
Kadıköy vapurunda sigara tüttüren delikanlılar
neden gülüyorlar ki
Seni de vururlar bir gün ey acı
Filistin’de sapan taşlı çocuklar
dalın, kolun, fidelerin, budanır
kuru bir kütükle kalakalırsın
Öyle bakmayın balkonlarınızdan
Fırat nehri ayrılık çıbanına tutuldu,
damarlarımızı yırtıyor
tuna nehri, onulmaz Boşnak sızıları
pompalıyor yüreğimize
Pilevne türküleri ağıtlara dönüşürken,
Çeçenya'da yiğitler
inancın emeğin/ve aşk’ın
kılcal damarlarına ulaşıp sustular…
ve ne Bağdat’tan
ne sam'dan
ne Mekke’den
ne Diyarıbekir'den
ne İstanbul’dan
ne Buhara'dan
bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi
duymuyor
Seni de vururlar bir gün ey acı
Halepçe'de soldurulmuş gül gibi
bu sevdaya düşsen, sen de yanarsın
suskun, sıcak, uzun yaz geceleri
ve siz
ey analar,
hani siz, gecelerinizi böler, çocuklarınıza ninniler
söylerdiniz
Hani siz, fatihler doğururdunuz…
Gelin-kızların giysileri kirletildi
çocuklar hep yetim kaldı
'elem yecidke yetimen feava'
ve ben biliyorum
ben biliyorum
İstanbul’un
Bağdat’ın
Diyarıbekir'in
Mekke’nin
Buhara'nın
birbirine nasıl bağlandığını, nasıl çözüldüğünü/sonra
ey insan
ey insanlık
ayağa kalk
kolları ve bacakları budanmış delikanlıları
boyunları gövdelerinden ayrılmış insanları
gözleri uyur gibi kapanmış, kan pıhtıları içindeki bu
çocukları
Gelişmiş laboratuarlarınızda dikkatle inceleyin
ve bir gün
bu dünya
gül bahçesine dönecek
bunu böyle bilin/ ve
unutmayın…
Ferman Karacam

ŞİİRİN SACİT ONAN TARAFINDAN SESLENDİRİLMİŞ KLİBİ:
Sacit Onan - Acı

28 Aralık 2008 Pazar

BİLMİYORUM SENİ


Bilmiyorum seni,
Tıpkı senin beni bilmediğin gibi,
Hiç bilmiyorum yüreğini…
Gözlerin nasıl bakıyor mesela,

Yada nasıl dokunuyor ellerin?
Sahi ellerin sıcak mı senin,
Tuttuğunda sıcacık edebilir misin yüreğimi örneğin…
Ya da…
Ya da dokunduğun anda titretebilir misin içimi?
Hiç konuşmadan,
Hiç ses çıkarmadan..
Belki fısıltılarla sadece…
Belki bir iki fısıldanmayla fethedebilir misin beni?
Tek bir şey bilmiyorum seninle ilgili…
Nasıl seversin mesela söylesene!
Hayatının içine mi sokarsın;

Yoksa hayatında herhangi bir köşeye süs misali bırakır mısın gözlerimi?
Kimsin sen?
Söylesene kimsin!
Nasıl yaşanırsın sen!
Doya doya mı yaşamalı seni?

Yoksa arada bir mi tutmalı, bulmalı ve sevmeli yüreğini…
Nasıl sever senin yüreğin?
Benim yüreğim gibi mi?

Yoksa uzaktaki bir özlem misali mi!
Bilmiyorum seni,
Tıpkı senin beni bilmediğin gibi,
Hiç bilmiyorum yüreğini…
Bu yüzden haydi konuş benimle…
Kendini anlat bana,
Doya doya dinleyeyim seni…
Kimsin sen?
Söylesene kimsin!
Nasıl yaşanırsın mesela…
Doya doya mı yaşamalı seni?

Yoksa arada bir mi tutmalı, bulmalı ve sevmeli yüreğini…
Hadi dinlemelere verdim kendimi..
Susuşlar yaşıyorum sen konuşana kadar…
Utanma ve anlat bana kendini…

ÇOCUKLAR VE 3 HATA

ÇOCUK ÜZERİNDE 3 ÖNEMLİ YANLIŞIMIZ VAR

Büyükler olarak çocuklarımıza karşı nedense çok sabırsız ve suçlayıcıyız. Farkında değiliz belki ama onlar bizden farklı bir boyutta yaşıyor. Lütfen onlara karşı suçlayıcı ve alaycı ifadeler kullanmaktan kaçınalım.

Çocuk eğitiminde sosyal etki çok önemlidir. Güzel bir şey yaptığında onu öpmeniz, tebrik etmeniz, iltifat etmeniz onu teşvik edebileceği gibi; kötü bir şey yaptığında da biraz tavır koyarak veya soğuk davranarak belli bir yaptırım gücü oluşturabilirsiniz. Aileler, sosyal etkiyi hatalı kullandıklarında ise ciddi olumsuzluklar ortaya çıkabiliyor.

1-SUÇLAYICI TAVIRLAR

Çocuk büyürken doğru ve güzel olan davranışları yaptığı gibi, zaman zaman yanlış ve hatalı davranışlarda da bulunabilir. Çocuk yanlış yapar da biz ona sabırla doğrusunu anlatırsak ona çok şey kazandırabilir, yanlış zamanlarını doğruları öğrenebilmek için birer fırsat olarak kullanabiliriz. Böylelikle çocuk, hem doğrusunu öğrenir ve hem de hayata karşı daha güçlü hale gelir. Bizde ise maalesef çocuk hata yaptığında hemen yüzüne vuruluyor ve suçlayıcı aşağılayıcı tavırlar içerisine giriliyor. Hatta bazı anne-babalar daha etkili olsun diye bunu özellikle başkalarının yanında yapıyor. Tabii o zaman yıkım da o oranda büyük oluyor. Çocuk hiçbir zaman aşağılanıp küçük düşürülmemeli, hele hele bu başkalarının yanında asla yapılmamalı. Bunun yerine sıcak bir diyalog ile "Bak oğlum/kızım yaptığın bu davranış beni çok üzdü" şeklinde "ben" dili ile yapacağımız, onu anlamaya yönelik konuşma ile başlanmalı ve onun neden böyle bir şey yaptığı anlaşılmalıdır. Belki haklı bir gerekçesi vardır? Belki yaptığının yanlış bir şey olduğunu bilmiyordur bile.

2) HAKARETLER

Çocukların, üzerlerine yazı yazılmamış beyaz kâğıtlara benzetildiğini hepimiz biliriz. Kâğıt boştur ve üzerine ne yazsan kalır. Atalarımız "Bir akıllı adama kırk kişi deli derse adam deli olur." demişler. Sokakta yürürken aklı başında görünümlü ve kimi doktor, kimi mühendis, kimi öğretmen olduğunu bildiğiniz kırk kişi art arda "Deli misin kardeşim ne bu hal?" dese önce kendinizi kamera şakasında zanneder; ancak ortaya kamera falan da çıkmayınca şöyle durup bir düşünürsünüz. Deli olduğunuza kanaat getirmeseniz bile en azından "Acaba deli gibi mi davranıyorum, bu adamlar bana neden böyle dediler?" diye deli olup olmadığınız konusunda şüpheye düşebilirsiniz.

İşte siz dahi böyle bir şüpheye düşerken, bembeyaz kâğıt misali o masum yavruya hakaretler edilmesi onun kişiliğinde ne gibi izler bırakır acaba diye hiç düşündük mü? Sürekli aptal, beceriksiz, geri zekâlı ve belki de bundan daha ağır hakaretler duyan ve bunlarla yetişen çocuk ileride nasıl kendine güvenen, atik, girişimci ve hepsinden önemlisi ruhen sağlıklı bir insan olacak?

3) ALAY ETME

Birçok anne-baba çocuklarında gördükleri hatalı davranışı onunla alay ederek giderebileceklerini sanarak, yanılırlar. Tırnaklarını yiyen veya altını ıslatan çocukla alay edilerek manevi baskı oluşturulur ve bu sayede çocuğun bundan vazgeçeceği sanılır. Halbuki bu tür davranış bozukluklarında sorun, bizlerin alayları ile daha da pekişerek derinleşir. Bu tür davranış kusurlarıyla dalga geçmek yerine sorunu çözebilmek için doğru adımları atmak gerekir. Örneğin tırnak yiyen çocukların % 90'ı bunu ilgi çekmek için yaparlar ve anne-baba bu durumla ilgilendikçe pekişerek devam eder. Birçok tırnak yiyen çocuğun tedavisinde ebeveynlere 'görmezden gelin' tavsiyesinde bulunularak sorun giderilebilir. Bazı çocuklar da belli stres faktörleri nedeniyle tırnak yerler ki o zaman da stresi ortaya çıkaran faktörlerin üzerine gidilmesi gerekir. Yani çözüm kesinlikle alay etmeyle sağlanamaz.

BENİM ADIM SABAH


Bir bebeği koklayınca için ısınıyorsa sevinçten...
Bereketli bir tarlada, rasgele bir buğday başağı olmak istiyorsan…

Veya bir kum tanesi hissediyorsan kendini bazen…

Ve güneş alnını, dalgalar ayaklarını okşuyorsa…

Göğsünü gere gere tebessüm edip kucaklamak istiyorsan dünyayı…

Yaşamak sevmektir diyorsan…

Kollarını aç...

Geliyorum.


Benim adım sabah...

Güneşin doğduğu yerde taze bir başlangıcım...

Meltem tebessümüyle bakarım gözlerine

İçini yakar, içini serinletirim.

Üşümeyi de seversin, ısınmayı da...

Benim adım sabah!

Eğer gözlerini açabilirsen görürsün beni,

Anlarsın yalnız olmadığını...

Her duyguna bin duygu katarım peri masallarından çalınmış.

Elimi tuttuğunda, tutabildiğinde korkuyu, sıkıntıyı, acıyı unutursun.

Ağlamayı unutursun...

Toprağa yalınayak basmanın mutluluğunu öğretirim sana...

Kırlarda dolaşmanın sevincini,

Yağmurda yıkanmanın tadını öğretirim...

Selam vermenin sevgiyi nasıl çoğalttığını görürsün erken vakitlerde...

Gülmenin hayatı nasıl aydınlattığını...

Benim adım sabah...

Özlemeyi biliyorsan tebessüm et!

Beklemeyi biliyorsan sabret!

Geliyorum...

Bir sır var beni örten...

Bir sır var düne kadar tanışmıyor olmamıza sebep...

Ve bir sır var her gecenin sonunda elimi tutabilmen için.

Küçücük bir sır.

Paylaş beni...

Ve ben ol!

Her sabah uyandığında duyarsın kokumu...

Benim adım sabah...

Sevgiye başlangıcım!

BEYNİ KULLANMAK


Aklınızı açmak için bu hafta bunları yapın!

“Zihin paraşüt gibidir, ancak açıldığında iş görür” Dennis Waitley

1. İnsan beyninin ayaktayken yaklaşık %10 daha fazla çalıştığı düşünülmektedir. Önemli kararlarınızı alırken kapalı alandaysanız, “volta atmayı” deneyebilirsiniz.

2. İnsan beyni açık havada, kapalı alanlara göre daha yüksek performansta çalışmaktadır. Beyin açık havada ve ayaktayken daha iyi çalışır.

3. Yürürken kolları sallamak, beynin performansını olumlu etkiliyor.Önemli kararlarınızı açık havada, kollarınızı sağa sola sallayarak yürürken almaya ne dersiniz?

4. Yabancı bir dil öğrenme ve ezber beyni güçlendiriyor. Her gün birkaç yabancı ya da yerli yeni bir kelime öğrenin ve kullanabilirsiniz. Sözlük okuyabilirsiniz. Alışveriş listesi ve telefon numaralarını ezberlemeyi deneyebilirsiniz.

5. Zihinsel jimnastik/antrenman yapın. Bunun için başta Sudoku olmak üzere çeşitli bulmacalar çözün. Satranç gibi “akıl oyunları” oynayın. Yatkınsanız Meditasyon, yoga gibi zihin dinginleştiren teknikler üzerine çalışın.

6. Zihinsel rutinlerinizi kırın. Bazen telefonu sol elinizde tutun, çantanızı diğer elinizde taşıyın, evinize başka bir yoldan gidin. En azından, bir günlüğüne TV kumandasını sık kullanmadığınız elinizde tutun!

7. Entelektüel damak zevkinizi zenginleştirmek için her gün mutlaka iyi bir özdeyiş antolojisinden, birkaç cümle okuyun. Beyninizi kaliteli cümlelerle besleyin!

8. Her gün güzel bir resme, manzaraya veya fotoğrafa bakmaya çalışın. Estetik algınız, gördüğünüz estetik şeyler kadar gelişir. Beyninizi estetik görüntülerle besleyin!

9. Her gün bir süre sevdiğiniz bir müziği gözleri kapalı dinleyin. Beyin otoriteleri tarafından klasik müziğin zekayı 7 puan ekleyebildiği iddia edilmektedir.

10.Günde aklımızdan 60 bin ile 80 bin arası düşünce geçer. Bu düşünceler ne hakkındaysa, hayatımız da ona göre şekillenir. Unutmayın kafanızda en çok neyi düşünürseniz, hayatınızda onu çoğaltırsınız.

11. İyi bir uyku kaliteli bir beyin için şarttır. Çok uyuyorum diye üzülmeyin, Einstein’in günlük 10 saatten fazla uyuduğu biliniyor. 24 saati geçen uykusuzluk beyinde sarhoşluğa benzer bir etki yapmaktadır.

12.Bol ve temiz “birinci el” oksijen beyin için çok önemlidir. Beynimiz ağırlık olarak vücudumuzun %2’sini oluşturduğu halde, vücuda gelen oksijenin %25’ini tüketmektedir. Oksijensiz kaldığımızda ölümü ilk gerçekleşen organ beynimizdir. Odanızın penceresini açarak kendinize bol bol oksijen ısmarlayın!

13.Beyin kendisinin nasıl çalıştığı hakkındaki bilgi ve inançlarınıza göre çalışır. “Türkün aklı tuvalette çalışır” diye inanıyorsanız, beyniniz sizi doğrulayacaktır! Beynin çalışma prensipleri hakkında doğru bilgi öğrenin.

14.Farklı düşünme tarzları beyni geliştirir. Çocuklar ve hayvanlarla daha fazla vakit geçirin. Sizden farklı düşünen insanlarla konuşun.

15.Kullanılmayan organ körelir. Sürekli TV seyrederek beyninizi “düşük viteste” çalıştırmayın. Beyninizin sınırlarını zorlamayan etkinlikler, beyninizi geliştirmez.

16.Beyin “garbage in, garbage out” ilkesine göre çalışır. Bu kuralın Türkçe meali şudur: “Beyninize çöp girerse, beyninizden çöp çıkar.” Beyninize ne verirseniz, onu size verir. Kafa konforunuzu bozacak verileri beyninize almayın.

17.Beyin içindeki düşünceler harita, dış dünya ise araziye benzer. Beynimizdeki iç gerçek (harita) araziye uymadığında fikirlerimizin “son kullanma tarihi” geçmiş demektir. Bir insanın kafasının içindeki iç değişim, kafasının dışındaki dış değişimden yavaş ise, o kişinin “dinozorlaşma” süreci başlamış demektir.

18.Beynin en tehlikeli yanı, “ters çaba” kuralına göre çalıştığı anlardır. Başınıza gelmesinden en çok korktuğunuz şeye odaklanırsanız, beyin onu size çeker, korktuğunuzu başınıza getirir! Buna ters çaba kuralı denir. Bataklıktan çıkmaya çalıştıkça, dibe gömülmeye benzer. Beyin odaklanılan hedef için çalışır, hedef olumsuz olsa bile onu gerçekleştirmek için çalışır! Topluluk önünde konuşma yaparken “acaba heyecanlanacak mıyım” diye düşünürseniz, korkunuz olmasın, heyecanlanacaksınız! Korkunuza değil, konunuza odaklanın. Başınıza gelmesinden korktuğunuz en kötü şeye değil, başınıza gelmesini istediğiniz en iyi şeye odaklanın. Unutmayın kafanızda en çok neyi düşünürseniz, hayatınızda onu çoğaltırsınız.

19.Beyin kas sistemi ile değil, elektro-biyo- kimyasal reaksiyonlarla çalıştığı için, kolumuz ya da bacağımız gibi fiziksel anlamda yorulmaz. Beyni yoran en önemli şey monotonluktur. Hayatınızı ne kadar renklendirirseniz, beyninizi o kadar neşelendirirsiniz.

20.Beyin kısa süreli hafızada beş ile yedi arasındaki bilgiyi işleyebilir. Yeni bir bilgi gelince, bu bilgilerden birini atar. Buna sihirli sayı kuralı denir. Bu kural aşılıp aşırı bilgi yüklemesi durumunda, beynimiz “servis dışı” olur. Hayatınızın en büyük kararlarını alırken “kafadan” değil, tıpkı beş haneli iki rakam grubunu çarparken yaptığınız gibi, bir kağıt üzerine yazarak ne yapacağınızı hesaplayın.

21.Ders çalışırken ilk öğrenilenler, son öğrenilenler ile aralarda geçip sık tekrarlananlar ve ilginç bulunanlar en çok akılda kalanlardır. Dersleri kısa aralar vererek çalışmak (geri ders başına dönmek kaydıyla!) akıllıca bir harekettir.

22. Einstein “bir problemi yaratan bir zihni, aynı düzeyde çalıştırarak o problemi çözemezsiniz” der. Yeni bir hayat için gereken, yeni bir akıldır. Yeni bir aklın önündeki en büyük engel entelektüel atalettir. Entelektüel atalet nedir?

Düşündüğünü yapmamak ve yaptığı üzerine düşünmemek.

23.Beyin analizde tıkandığında örneklerle akıl yürütür. Kendinize bir “kanaat önderi” seçin ve onun zihnini kafanızın içindeymiş gibi düşünün. Mesela kararsız kaldığınız bir durumda“Atatürk benim yerimde olsaydı ne yapardı?” diye varsayımsal akıl yürütebilirsiniz.

24.Beyninizin arama motorlarına sizi başarıya programlayacak sorular sorun. Hayatta gelebileceğim en iyi yerde miyim? Tüm hayallerimi gerçekleştirmiş olsaydım, hayatımda neler olurdu? Benim diğer insanlardan daha iyi yapabileceğim ne var?

25.Beyinin kendini gerçekleştiren kehanetler kurma gücü çok yüksektir. Kendinizi ve hayatı nasıl tanımlarsanız, öyle algılarsınız. Dr.Davit J.Schwartz’a göre: “Bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız aklınız bunun neden imkânsız olduğunu ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyin yapılabileceğine

ÇORUMCA...


Abariii : Şaşırma anlamında kullanılan bir ünlem

Âlemek :Durdurmak /Oyalamak

Baba çıkasıca :Sinirlenilen kişiye söylenen bir söz

Badal :Merdiven

Balak :Manda yavrusu

Bamballanmak :Şımarıklık yapmak

Bıldır :Geçen yıl

Börtürmek :Bir şeyi haşlamak

Camış :Erkek manda

Cerek : Uzun ince sopa-Uzun boylular içinde kullanılır

Cıncık : Misket

Cınnaklamak :Tırmalamak

Cızlak : Çoruma özgü mayasız hamurdan yapılan bir tür sade gözleme

Culuk :Hindi

Cücük : Civciv

Cümbür cemaat : Hep beraber-Toplu olarak

Çani :Küçük ev köpeği

Çapıt/Çaput :Bez parçası

Çimmek :Yıkanmak-Banyo yapmak

Çodürüm çüş :Tahterevalli

Çoynak :Çolak-eli olmayan kimse

Dalmak :Bir yere girmek

Dam : Hapishane-Hayvan barınağı

Deşenek :Misket

Dibek :Haşhaş ezmek için kullanılır

Dolak :Atkı

Don yağ :İç yağ-Çok soğuk insanlar içinde kullanılır

Eccük : Biraz, Az, Azıcık

Elevay :Yavaş iş yapan kimse

Ellaam (ki) :Sanırım-Sanki

Enik :Köpek

Essahtan :Sahiden-Gerçekten

Eze :Vücut-Beden

Foldur :Bol geniş-Genelde kıyafet için kullanılır

Gatık :Katık

Geçgere :İnşaatlarda kum vs tasımak için ağaçtan yapılmıs dört kollu taşıyıcı.

Göbel :Erkek çocuk

Gölbez :Köpek yavrusu

Goruk :Üzümün olgunlaşmamış hali

Gunnamak :Bir hayvanın doğurması

Gursak :Mide ile gırtlak arası

Guşene :Büyük tencere

Ha/Hee :Büyük sepet

Haad :Zaman

Helke :Metal ya da plastik kova

Heri : Çok fonksiyonlu bir kelime/Bir tür ünlem (Yok heri / Bırak heri / Git heri)

Heş olmak :Bir şeyin atılacak duruma gelmesi. Çürümek yıpranmak

İlâan :Leğen

İşlik :Gömlek

İlistir : Metal elek, makarna suyunu süzmek için felan kullanılan

Kanatlı :Bahçeli evlerin dış kapısı

Kelem :Lahana

Kemire :İnek gübresi

Kocabaş :Şeker pancarı

Kömüş :Erkek manda

Kösnü :Köstebek

Masaf/Sini :Tepsi

Mazarat :Yaramazlık

Musturlanmak :Acındırmak

Muzunnaz :Yaramazlık

Nacak :Küçük balta

Onculayın :O kadar çok

Özemek :Bir şeyi fazla uzatmak

Pevrede :Kuşburnu marmelatı

Pin(Pinnik) :Kümes

Saçı :Düğünlerde verilen hediye

Siracali :Kötü pis pasaklı

Şilepe :Meyve veya tatlıların ele bulaşması

Şilte :Meşe sopası

Şinnemek :Şımarmak

Tahtaya gelmek/Tahtayelesice :Geberesice! Geber! Anlamında kullanılır, söyleniş tarzına göre sevgi de içerir.

Tengdirmek :Ortadan koybalmak, ölmek, elden çıkarmak

Tevkürlü/Teyküllü :Sevgili

Toplu :Pencere

Topluyu Kıyılamak : Duruma göre penceri açmak / Pencereden gizlice bakmak anlamındadır.

Toyuk aşı :Bir tür yemek

Tuşma :Yumruk

Tuyumuna :Bir şeyi ezberine yapmak

Uğunmak :Nefesi kesilmek

Urba :Elbise

Üreluun :Dünden önceki gün/Geçengün

Vasait :Araç

Yâlık :Mendil

Yanı böğür :Yan taraf

Yanıç/Bazlama :Bir tür gözleme

Yelikme :Çocukların yaramazlık yapması

Yunak :Köylerde olan hamama benzer bir yapı.Yıkanmak ve çamaşır yıkamak için kullanılır

Zuval/Kiren :Kızılcık ağacının meyvesi